Bir Cuma terapisi

Bir Cuma günüydü. Küçük oğlumla sözleştik ve Cuma namazı için camiye beraber gideceğiz. Abdest alıp namaza hazırlanıyorum. Namaza yarım saat kala evimizin önünden koro halinde “Talha, Talha!” diye sesler gelmeye başladı. “Neler oluyor?” diye şaşkınlıkla pencereye doğru giderken oğlum “Baba, onlar arkadaşlarım. Bizimle namaza gelecekler.” dedi. Onları daha fazla bekletmemek için hemen aşağı indik. Hepsinin de gözleri ışıl ışıldı. Ne kadar da fıtrîlerdi. Bir kısmını mahallemizden tanıyorduk; bir kısmıyla da yeni tanıştık. İçlerinden bazıları ilk defa camiye geliyormuş. Öylesine mutlu ve öylesine heyecanlıydılar ki… Onlara gıpta ettim. Ve kendi kendime “Keşke her Cuma namazına gidişim, her camiye girişim onlar gibi olsa…” dedim.

Cuma namazını kılıp camiden çıktıktan sonra, hepsini teker teker tebrik ettim. Hâllerinde bir bayram havası vardı. Omuz omuza, yan yana, gökkubbede hoş bir manzara bırakarak gözden kayboldular. Mübarek Cuma günü, kendileri küçük ama ruhları büyük, henüz bozulmamış fıtrî halleriyle bana cem’ olmanın büyük bir hazzını yaşatmışlardı. Cuma günü, camide sadece bedenen cem’ olan büyüklere lisan-ı hâlleriyle ne büyük dersler veriyorlardı.

Caminin hemen karşısında, bu hâlet-i ruhiye ile tanıdık bir simayı beklerken, pek de tanıdık olmayan yaşlı bir sima beni dürterek “Evlâdım, görüyor musun şu mâsum fidana yapılanı? Bunu yapanlarda hiç vicdan yok muydu acaba? Yazık değil mi, bak kurumaya başlamış. Büyüyecek, ağaç olacak, meyve verecekti.” dedi.
Birden karşıma çıkan ve bu mihvâl üzere birçok şey söyleyen bu pîr-i fâniye karşı birden “Hangi ağaç amcacığım?” demez miyim. Amca biraz bozulmuş gibiydi. Ben de mahcubiyetten yüzüm kızarmış hâlde, deminden beri bahsi geçen fidanı yeni fark etmiştim. Hâlbuki daha ilk baştan “Evlâdım, görüyor musun şu mâsum fidana yapılanı?” demişti. Evet, ben dibinde olduğum ağacı fark edememiştim. Lâkin bunun sebebi kâinatın eşref-i mahlûkatı olan başka fidanlarla ilgili mülâhazalarımdan kaynaklanıyordu. Aklım ve gönlüm o çocuklarda kalmıştı.

Dibinde durduğum portakal fidanını daha yeni fark etmiştim. Gövdesindeki kabuklarının büyük bir kısmını birileri canice soymuştu. Yani, can damarı kesilmiş, hayatına kastedilmişti. Yaprakları solmuş ve kurumaya yüz tutmuştu. Amcam da bu can çekişen fidanın dibinde durup üzgün haliyle sanki bana “Ben de seni duyarlı bir adam sanmıştım.” der gibiydi.

Kendisinden özür diledim, elini öptüm. “Amcacığım kusura bakmayın, ben başka fidanları düşünüyordum.” dedim. Birden celâllenerek, “Başka fidanlara da mı aynısını yapmışlar?” dedi. “Evet, birçok fidana hep böyle yapıyorlar. Onların ebedî hayatlarının mahvına çalışıyorlar. Hayata hayat katan iman suyunun kesilmesine sebep oluyorlar. Böyle olunca da kendi hayatlarını zehir ettikleri gibi, toplum hayatını da, bu ağacın hayatını da zehirliyorlar. Hatta bütün kâinatın hukukuna tecavüz ediyorlar.” dedim.

Amca, şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Bu yaralı fidan üzerinden, başka bir mihvâle kayan konuşmayı bir nebze hazmetmeye çalışıyor gibiydi. Gözleri birden buğulanmaya başlamıştı. Bir müddet başını yere eğdikten sonra, bir ufuk çizgisi arar gibi etrafına bakındı. Fakat şehrin apartman yığınları arasında bunun mümkün olmayacağını anlayınca tekrar göz göze geldik. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Titrek bir ses tonuyla “Sen ne iş yapıyorsun evlâdım?” dedi. “Ben işte bu fidanların ebedî hayatlarını kazanmalarına yardımcı olmaya çalışıyorum. Bana dua eder misin?” dedim. “Sen bugün on numara duâyı hak ettin evlâdım. Allah razı olsun.” dedikten sonra bastonuna yaslana yaslana evinin yolunu tutmuştu.

Mübarek Cuma gününün bir meyvesi olarak on numara duâyı almıştım. Ardından da iman hakikatlerinden demetler devşireceğimiz akşam dersine gitme niyetiyle, bir başka hazzı şimdiden yaşamaya başlamıştım…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*