Bir efsanedir Barla

BARLA…

“Ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen, Risâle-i Nur külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, millet-i İslâmiyenin, hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet güneşinin tulû ettiği beldedir.”

Bu düşüncelerle, Barla hasreti, Üstad özlemi, Nurlara duyduğumuz aşk ve iştiyakla çıktık yola.

Saat 00.45… Isparta yollarındayız. Üstadımın “Ben bu yerleri Yıldız Sarayına değişmem” dediği mübarek beldeye doğru yol alıyoruz.

Kâinat kitabının Barla sahifesinde Eğirdir Gölü, Cennet bahçesi, Çam dağı, Çınar ve Katran ağacı sahifelerini okumaya gidiyoruz. Mesafeler azaldıkça heyecanımız ve şevkimiz ziyadeleşiyor.

Barla’yı daha önce de görmüş olmamıza rağmen, herbirimizde Zübeyirvârî bir heyecan var. Zübeyir Ağabey Üstadı ilk kez Emirdağ’da görür. Yağmur yüklü bulutlar gibidir. Üstadın huzuruna varınca ağlar, ağlar, ağlar… Üstad “Elini yüzünü yıka, gel” deyip, dışarı gönderir. Gider, gelir ve aynı hâl devam eder. O gün karar verir, Beyşehir postanesindeki memuriyetini bırakıp Üstadın yanında kalmaya. “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, değil dünyasını, ahiretini de feda etmeye hazır olacak” sözünün en parlak misali olmuştur Zübeyir Ağabey. Bu feragat, şecaat, sebat, metanet ve sadakat değil midir ki o­nu Zübeyir bin Avvam’ın ismine mazhar etmiştir. Üstadı, talebesi Ziver’i Zübeyir ismiyle şerefyâb etmiştir. “Yolcunun duâsı makbuldür” sırrınca Yüce Rabbimden Zübeyir Ağabeyin feragatini, dâvâsındaki sadakat, sebat ve metanetini istiyorum kardeşlerim ve kendim için.

İzmir sınırlarını aşmış bulunuyoruz. 45 kişilik otobüsün yirmi koltuğunu dolduran kardeşlerimle, Barla’da geçireceğimiz 6 günü en güzel şekilde değerlendirme planları yapıyoruz. Beraberce müzakere edeceğimiz konuları belirliyoruz. 16. Söz, 30. Lem’a’dan İsm-i Kayyum, Sünûhat, Muhakemat, Mesnevî-i Nuriye ve İşaratü’l-İ’câz’dan bölümler seçip okumayı hedefliyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde herkes tatlı bir uykuya dalıyor. Sabah namazı vaktinde mola veriyoruz. Namazlarımızı eda edip, âlem-i İslâma ve umum kardeşlerimize duâlar ediyoruz.

Saatler ve kilometreler tükendikçe visale yaklaşıyoruz. Eğirdir’deyiz nihayet. Oradan Barla’ya geçiyoruz. Eğirdir gölünün kenarında kurulmuş, gayet nezih ve cennet-misal manzaralarla muhat bir ilçe. Fakat Barla başka!

“Güneşin doğuşu başkadır orda, batışı başka
Nur erleri orada eriştiler İlâhî aşka
Sanki izleri hâlâ durur toprak ve taşta
Her daim dillerde bir efsanedir Barla…”

dediği gibi şairin…

Saat 07.30… Risâle-i Nur’un payitahtı, “gözümün nuru, gönlümün süruru” Barla’dayız. Dağ, deniz ve sema tecellî-i esmâya mazhar olmanın süruruyla, hoşamedi ediyor bizlere. Yeşil ve mavinin eşsiz ahengi, uyumu ve tonları, ressamlara, şairlere ilham olacak cinsten. İçimize çekiyoruz hava-i nesimi. Hafızamızdan silinmemecesine bakıyoruz, cennetten bir nümune olan her kareye…

“Her an ayrı renkler görünür denizinde
Elvan elvan çiçekler açmış o­nun izinde
Üstadıma minnet var rüzgârının sesinde
Sahil-i selâmete götüren sefinedir Barla”

mısralarında terennüm ettiği gibi şairin, selâmet yurduna çağıran bir kaside-i manzumedir Barla…

Yeni Asya Dinlenme Tesislerinde Şerafeddin Ağabeyimiz karşılıyor bizi. “Hoşgeldiniz” diyor misafirperver bir ev sahibi edasıyla. Çantalarımızı bırakıp, Üstadın evinin yolunu tutuyoruz. Günün ilk saatleri olması sebebiyle sokakta bizden başka kimsecikler yok. Kalp atışlarımıza yetişemiyor adımlarımız. Bizden önce varacak menzile kalbimiz.

Üstadın mübarek ağaç dediği, “Cennetteki ağaçlardan biridir” diye tavsif ettiği mübarek çınar, üç sütun halinde yükselen bütün haşmetiyle arz-ı didar ediyor ıraktan.

Üstad, bahar ve yaz mevsimlerinde koca çınar üzerinde yapılan kulübecikte vazife-i tefekküriye ve ubudiyetini yapar, sabahlara kadar tesbihat ve ezkar ile meşgul olurmuş.

O derece ünsiyet peyda etmiştir ki mübarek çınara, Barla’ya ikinci gelişinde, uzun müddet ayrı kalmış olmanın hüznüyle, koca çınara sarılıp ağlamıştır.

Nemli gözlerle bakıyoruz koca çınara, sanki o anı görüyormuşcasına. Çeşmeden nağmeyle akan suyu yudumluyoruz şifa niyetine. Basamakları teennî ile çıkarken, kapıda Zübeyir Ağabeyi arıyor gözlerimiz. “Buyrun kardeşlerim” nidasını bekliyoruz.

Ervah-ı neyyireye selâm verip giriyoruz içeri. Üstadın “Üç yüz elli milyon İslâmın merkezi hükmünde ilk dershane-i nûriyesidir” dediği bu ev üç odadan müteşekkil. Üstadımıza ve âlem-i ervaha irtihal eylemiş talebelerine Fatihalar, Yasinler gönderiyoruz. Barla Lâhikasından “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın sözlerde bir kuvvet, bir iksir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar kuvvet bulunuyor” sualinin cevabını okuyoruz.

Akabinde Barla’daki ikinci dershanemizin yolunu tutuyoruz. Üstadımızın yürüdüğü yolları;

“Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden”

mısralarını terennüm ederek, ezgiler mırıldanarak yürüyoruz.

Güller açmış Barla’da… Sarı, pembe, beyaz, kırmızı ve bunların çeşit çeşit tonlarıyla boyanmış bu nadide çiçekte cemalin cilvelerini okuyoruz. “Güzelin âyinesi güzeldir. Güzeli gösteren âyine güzelleşir” hakikatine bilmüşahede şahit oluyoruz bu lâtif çiçekte.

Büyük şehrin kalabalığından, gürültüsünden sıyrılmış olmanın hafifliğiyle kuşlar kadar özgür hissediyoruz kendimizi. Bizdeki hâl, çocukların bayram sevincine eşdeğer. Hani uyku tutmaz ya çocukları bayram sabahı… O misal, 2-3 saatlik bir uykuya ve yol yorgunluğuna rağmen en ufak bir uyku emâresi yok bizlerde. Visâle erilince bir sevdada, aşık da maşukunda fena buluyor. Ne uykuya, ne de yemeye iştihası kalıyor.

Barla’da Nurları daha bir dikkatle tetkik ediyoruz. Nurbanu Ablamız’ın kuşluk vaktinde yaptığı sohbetlerle feyizyâb oluyoruz. Hedefimiz okumak, anlamak, yaşamak ve neşretmek olunca, bütün hasse ve lâtifelerimizle müdakkik birer muhatap olmaya çalışıyoruz Nurlara.

Anlamakta zorlandığımız yerleri akşam saatlerinde Hasan Ağabeyimizle mütalâa ediyoruz. Hasan Ağabey, müşkil suallerimize muknî ifadelerle, içtimaî ve imanî meseleleri yılların vermiş olduğu birikimle izah ediyor.

Kuşluk dersi ve kahvaltı sonrası şahsî okumalarımızı Cennet Bahçesinde yapmayı yeğliyoruz. İnerken ve çıkarken bir hayli zorlandığımız basamaklar “Cennet ucuz değil” kolay ulaşılmıyor diyor adeta. Sıddık Süleyman Ağabeyimizin bahçesinde çiçekler, ağaçlar, tarâvettar semereler ruhlarımızı mest ediyor. Yaseminler, güller, adını bilmediğimiz çeşit çeşit çiçekler rayihalar saçıyor etrafa. Ağaçlar sündüs-misâl taze bir çarşaf, lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslenmiş, yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini doldurmuş.

Cennet bahçesinin yüzünde şu satırları okuyoruz: “Meskenin en lâtifi, en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçekler ile müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalbleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairane teşbihleri, temsilleri, üslûpları ilham eden sular ile hazravat ve nebatattır.”

Yağmurda ıslanmanın zevkine varıyoruz Barla’da. Barla’da yağmurun yağışı da bir başka. İnce ince, nazenin, lâtif bir eda iniyor rahmet. Beş gün boyunca mütemadiyen yağmur yağıyor. İlâhî ezgiyle inen bu ritmik yağışa, bu İlâhî mu’cizeye methiyeler düzüyoruz seyrederken:

“Yağmur seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çöl de seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar hep seninle dolsaydım”

Yağmur mücessem rahmet. Habibulllah, âlemlere gönderilen rahmet. Gül de sembolü.
Barla’da mündemiç olan bu ikili cennetâsâ bir baharı müjdeliyor ufukta fecr-i sadığı gözleyenlere…

Ziyaret mahallerimizden biri de Üstadın 1950’den sonra kaldığı ev. Mehmet Gönenç Ağabeyimiz götürüyor bizi bu eve. Üstadı hayatta iken görme şerefine nail olmuş Mehmet Ağabey. Hatıralar dinliyoruz kendisinden. İki katlı bu evin üst katını kullanırmış Üstad. Ağabeyler alt katta kalırmış. Eğirdir’e nazır bu evde Üstad çok kalmamış. Mavinin asaletini daha net temâşâ ediyoruz bu ulvî mekândan. “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer gözü Sani-i Basirine satsan ve o­nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu kitab-ı kebîrin bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar” sırrınca gözlerimizle masnuu görüp, basiretimizle esmanın tecellîlerini okuyoruz Barla’da.

Adetullahtandır. Herşeyin bir sonu vardır şu dünyada. Altı günlük programımızda geriye sayım başlıyor. “Mümkün olsa kalacaktım bir ömür boyu Barla’da” dese de derûnumuz “Gurbet ilmin tabağıdır” sırrınca ilim tabağımız İzmir’e dönme vaktimiz gelip çatıyor. Neylersin, vazife cümleden âlâ…

Kanadı kırık kuş misali herkes melûl ve mahzun. Namazdan sonra uyumayıp son dersimizi yapmak üzere Üstad’ın evine gidiyoruz. İlk günkü heyecanla yürüyoruz yolları. Temiz havayı çekiyoruz ciğerlerimize. Çeşmeden buz gibi akan suyu içip, yüzümüzü yıkıyoruz yapılacak derse müdakkik birer muhatap olma arzusuyla. 204 nolu odada kalan kardeşlerimiz bize Münâzarât’tan “bizi zindan-ı atalete düşüren sebepleri” ve Hutbe-i Şamiyeden “bizi maddî cihette kurun-u vustada durduran ve tevkif eden altı hastalığı” seminer halinde sunuyorlar. Nurbanu Ablamızın da Risâle-i Nur ummanından katkıları ve İslâm âleminden yapmış olduğu tesbitlerle azamî istifade ediyoruz dersten. Hep bir ağızdan:

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin, şura kuvvet bulsun. Bütün levm ve itap ve nefret, heva, hevese tabi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tabi olanlar üstüne olsun. Âmin….” diyerek noktalıyoruz dersimizi.

Bu senenin son ziyareti olması sebebiyle buruk ayrılıyoruz Üstadımızın evinden. Beş gün boyunca mütemadiyen yağan yağmur sebebiyle Çamdağı ziyaretimiz de son güne kalıyor. Dağın eteklerine kadar otobüsle gidiyoruz. Sonrasında “Bismillah” deyip tırmanışa geçiyoruz. Üstad çoğu zaman kırlara ve Çamdağına çıkar, Risâle-i Nurun tashihiyle meşgul olurmuş. 4-5 saatlik yolu yürüyerek gider gelirmiş, tashih edeceği kitapları da yanına alarak. Çamdağının tepesinde Çam ve Katran ağacı üstünde dershane-i nuriye mânâsında birer kulübeciği varmış. Bu dağda çoğu zaman yalnız kalır, vazife-i tefekküriyesini ve ubudiyetini yapar, evrad, ezkârla meşgul olurmuş.

Hayatta iken kendisine 28 sene inziva ve sürgün hayatını reva görenler, ölümünden sonra da boş durmamışlar. İçlerindeki öfkeyi ve kini bu iki ağacı keserek kusmuşlar. Şair Hasan Şen Çamdağı destanı adlı şiirinde hissiyatımıza tercüman oluyor:

Sordum yüce Çamdağına neden iniler,
Matem günü bugün derdim yeniler
Yıkılan mabetlerin feryadı çınlar
Yağan karlar kefen oldu Çam dağına

O ellerdir Üstadın kabrini kıran
O dillerdir Kur’ân’a meydan okuyan
Onlardır zulümlerden medetler uman
Artık sabretmek gerek Çam dağına

Gruplar halinde insanlarla karşılaşıyoruz Çam dağında. Ankara Nur talebelerinin Tarihçe-i Hayat’ta geçen “Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risâle-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim, hak ve erbabını çağıracak ve her akl-ı selim ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da uzak da değil, yakında tahakkuk edecektir. Kur’ân-ı Hakim’in nuru olan Risâle-i Nur elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir” beşaretinin zamanımızda tahakkuk ettiğini görüyoruz.

Eğirdir gölü kenarında öğle yemeğini yiyip, namazlarımızı eda edip, otel sakinleriyle vedalaşmak üzere tesise dönüyoruz. Havuz başında yediğimiz akşam yemeklerinin tadı damağıımızda. Şerafeddin Ağabeyimize leziz yemeklerinden ötürü teşekkür ediyoruz. Niyazi Ağabeyimize misafirperliğinden ve altı gün en güzel şekilde ev sahipliği yaptığı için teşekkür edip helâllik diliyoruz.

Son kez bakıyoruz arz ve sema izdivacına, Eğirdir’e, dağlara, bağlara… Sav Köyüne uğrayıp oradan İzmir’e hareket ediyoruz. Üstadın bin kalemli dediği bu köyde Risâle-i Nur’u hâlâ el ile yazarak çoğaltanlar var. Çeşme başında mermer taş üstüne Risâle-i Nur’dan Osmanlıca Sözler yazılmış. “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır” hakikati suya değil taşa yazılmış. “Gelmesi muhakkak olan şey yakındır” sırrınca Savlılar da ufukta fecr-i sadığı gözlüyor olmalı ki, ümit bahşetsin diye her daim görmek için sokaklara yazmışlar bu gerçeği.

Yollar var… gönülleri bağlayan
Yollar var gurbetlere uzayan…
Yollar var sonu sonsuzluğa varan…

şairin dediği gibi yollardayız. İlim şehrimiz İzmir’e dönüyoruz. Sayıca hafif, vazifece ağır bir dâvânın hamili olma liyakatini kazanma arzusu ve gayretiyle, Isparta kahramanlarına arkadaş olma yakarışıyla, Barla’ya en kısa zamanda tekrar gelme düşünce ve duâsıyla kat ediyoruz mesafeleri.

“Sebat, metanet olunca yüce davada
Ulu ecdat gemiler yürütmüş karada
Kim ilham vermişti Koca Ferhad’a
Azimle sıradağlar bile delinir kardeş.”

Ruhan Kaya

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Üstadımın kokusunu duyar gibi oldum. Sen anlattın ben yaşadım kardeşim gitmedim görmedim ama sanki yki bildim tanıdım nurun parlamaya başladığı omübarek diyarı. Allah kalemine kuvvet, ufkuna genişlik versin. Hizmetinizde muvaffakiyetler diliyorum. ABLAN

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*