Bir olmak… Ama nasıl?

“Birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde…”
Klişeleşmiş bu sözlerle büyüdük desek yalan olmaz her halde. Özellikle son asırdaki farklı sebepler—ki bu sebeplerin ana temasını oluşturan fitne, nifak, kin, milliyetçilik gibi unsurlar—özünü kaybetmiş, sadece sözde kalan “birlik ve beraberliğe muhtaçlık” vaziyetinin en belirgin müsebbiplerinden.

İnsanoğlunu insan yapan en önemli cihâzâtı akıl, ilim, vicdan, merhamet, şefkat, hoşgörü, adalet, affetme olarak sıralayabiliriz.
“Herşey zıddıyla bilinir” kaidesince bu âlî hasletleri ortaya çıkaran ve insanda imtihan sırrı gereğince fıtratına derc edilmiş olan nefs ise; benlik, menfaat, kıskançlık, haset gibi süflî duyguları netice vermekte ve toplumlarda makro düzeyde kavmiyetçilik, milliyetçilik, hırs, adavet olarak ortaya çıkıp, virüs gibi yayılmaktadır.
Bu durum dünyanın neresine giderseniz gidin, belli değerleri (inanç, ahlâk, adalet) özümsememiş toplumlarda er veya geç hastalıklı bir şekilde ortaya çıkar.
Ve bizim ülkemiz… Ve Türkiye’miz… Ve kıt’alarda hüküm sürmüş; adaletiyle, din ve vicdan hürriyetiyle onlarca milleti bir arada kemal-i merhamet ve adaletle idare etmiş 600 yıllık bir mirasın, İslâmın bayraktarlığını yapmış bir ecdadın vârisi milletimiz..
Ne oluyor bize? M. Âkif’in mısralarında kendine özgü tarzıyla teşhis ettiği fertler biz miyiz yoksa?
“Cihan alt üst olurken seyre baktın öyle durdun ya,
Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!”
Nasrullah Camii’nde verdiği vaaza kulak verelim:
“Ey cemaat-ı müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırh ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine hevasına düştüğü zaman yıkılır. Tefrika yüzünden aralarında hâdis olan [ortaya çıkan] fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini görüyoruz.”
Ne değişti o günden bugüne?
Sağ-sol diyerek bu millet birbirine kırdırıldı.
Alevî-Sünnî nifağıyla nefretler kusturuldu.
İrtica-laiklik günün değişmez menüsü oldu.
Hâl böyle iken gelin asırlar öncesine bir yolculuk yapalım:
Medine’de bir öğleden sonra… Efendimiz’in (asm) varlığında Sahabeler birbirleri için kendilerini, nefislerini, mallarını feda etmekte. İhlâs ve uhuvvet mücessem bir hale bürünmüş.
Ensardan bir kaç genç samimî-hoş bir sohbetin içinde. Lâkin bu durum “bazıları”nın hiç hoşuna gitmiyor. Özellikle ihtiyar bir Yahudinin… İsrailoğullarından bir genci Ensarın yanına gönderirken şöyle bir tembihte bulunur:
“Bu gençler Evs ve Hazrec kabilelerindenler… Eski anlaşmazlıklarını usûlünce anlat, hadi bakalım..”
Genç Yahudi, Ensarın yanına sohbet niyetiyle yanaşır ve lâfı şiirlerle Evs ve Hazrec’in arasındaki vukuatlara getirir. Gençler adı üstünde, delikanlı… Herbiri başlar mensup olduğu kabilenin cesurluklarını, üstünlüklerini anlatmaya… Duygular galeyana gelir. Biri diğerine:
“İsterseniz geçmiş vakıaları tazeleyebiliriz!” diye meydan okur.
Berikinin gözü karadır:
“Sizden mi korkacağız?”
Silâhlanıp Medine’nin dışında bir vadiye gelirler. Haber Allah Resûlü’ne (asm) ulaşır. Hemen harekete geçer ve iki tarafa hitaben:
“Ey Müslümanlar! Allah’tan korkunuz.. Allah’tan korkunuz.. Aklınızı başınıza alın. Ben sağ ve aranızdayken cahiliye dâvâlarıyla mı ayaklanıyorsunuz? Bunun akibeti nereye varır, düşünmüyor musunuz? Sakın aranıza ayrılık-gayrılık girmesine meydan bırakmayın.”
Gençler pişman olup, gözyaşlarıyla birbirlerine sarılırlar.
Bu yolculuktan dönelim günümüze…
Aramızda “ihtiyar” veya “genç” fark etmez, nifak odakları kurumsal ve/veya fert bazında yok mu artık? Güncel bir örnekle:
Evet bu ülkede bir zaman Kürt insanına karşı dillerini, kültürlerini, şahsiyetlerini ezen, sıfırlayan bir anlayış ve bunun getirdiği haksızlıklar, adaletsizlikler vuku bulmuştur, lâkin bu yanlışlıkları gidermeye yönelik önemli adımların atıldığını da kimse inkâr edemez.
Anlayışlar değişti bir kere… Dünya değişti… Artık zulümle âbâd olunamayacağı bir kez daha anlaşıldı. Bizlere düşen; bir Allah’a, bir peygambere, bir Kitaba inanan, aynı kıbleye yönelip secdeye baş koyan, aynı vatanda aynı havayı teneffüs eden kardeşlerimizle “bir” olup “ayrılıkçı” odaklara fırsat vermemektir.
Aksi takdirde hiçbir şey elde edilemeyeceği gibi aksülamel olarak (fesat odaklarının kışkırtması, toplum düzeninin bozulmasıyla) kalplerde kin ve nefret tohumlarının yeşermesine sebep olunur.
Millet bağı ne olursa olsun, ehl-i imanın arasında onca “bir” varken ve “biz” olmak dururken “ben” demeye devam ediliyorsa hesabı elbet birgün verilir!
Hâsılı; ene nahnüye tebdil edilip; bütün gücümüzle âlem-i İslam için, din-i mübin için, rıza-i İlâhî için ve millet için ilim, san’at, fen gibi terakkiyata, gelişmeye vasıta alanlarda azimle çalışarak uluslar arası konjonktürde yer ve söz sahibi olmaya ihlâsla, azimle gayrettir bize düşen.
Ezel ve Ebed Sultanı “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” buyurur.
Biz ne için çalıştığımızı sorgulayalım.
Ne için? Kim için? Nasıl bir üslûpla, edeple çalıştığımızı…
O gün geldiğinde hesabını verebilmek için…
“Yoksa siz başıboş bırakıldığınızı mı zannedersiniz?”

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*