Bir temel ahlâk teorisi olarak ihlâs

YARATILIŞLA BİRLİKTE GELEN SÖZLEŞME

İnsan, her şeye kadir olan Allah tarafından yaratılmıştır. Yaratılmış olan insanın yaratıcı karşısındaki durumu sonsuz bir zaafı ve aczi ifade etmekle birlikte, Yaratıcı, insana özel bir değer atfetmiş, o­nu kendisine muhatap kabul etmiş, o­na sorumluluk vermiş ve deyim yerindeyse, o­nu yaratılmışların en kutsalı kılmıştır.

Allah’ın insana değer verdiğinin en büyük göstergesi o­nunla sözleşme akdetmiş olmasıdır. Aslında “Lâ yüs’el”1 (Sorumluluğu bulunmayan) ve “Fa’alün limâ yurid”2 (İstediğini yapabilen) olan Allah’ın insanla sözleşme akdetmesi ilk bakışta insana garip gelebilir. Ancak Allah’ın insandan misak alması3 ve insana misak vermesinin4 gerisinde çok önemli sebepler bulunmaktadır. Bunların başında da insan fiillerinin insana sorumluluk yüklemesi ve son hesabın verildiği günde Allah’ın aleyhinde bir delilin öne sürülmemesi gelmektedir. Nisa Sûresinde yer alan “müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberleri gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın” âyeti,5 Allah tarafından insana yüklenilen sorumluluğun önemini ve insanın hesap gününde Allah’ın aleyhinde delil getirememesinin temel ilkesini ifade etmektedir.

Allah’ın insanlarla yaptığı sözleşmenin bir diğer önemli hedefi Allah’a inanmalarının sağlanmasıdır. Başka bir deyimle, Allah insanların şeytana değil, kendisine ibadet etmelerini talep etmektedir. Çünkü Bediüzzaman’ın ifadesiyle “hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâh’tır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı iman-ı billâh içindeki marifetullah’tır.6 Allah şöyle der: “Ey Ademoğulları! Ben, ‘şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana ibadet ediniz, doğru yol budur’ diye size and vermedim mi?7 Şu halde Allah ile insan arasındaki sözleşmenin esası, o­nun buyruklarına (kitabının içindeki hükümlere) riâyet edeceklerine dair insanların taahhütte bulunmaları ve ahitlerini tam olarak yerine getirme konusunda azimli olmalarıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle insanların maruf üzere hareket etmesi ve münker olan her şeyi reddetmesidir. Bu tutum insanın, en üstün iyilik, takva, hayır ve fayda demek olan “Birr”e ulaşmasıdır. Kur’ân şöyle der: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz birr değildir. Asıl birr, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, isteyip dilenene ve özgürlükleri için kölelere veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösteren ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutumudur.”8

Sözleşmeye konu olan bu âyette tek tek sayılan hükümler insan ilişkilerini düzenleyen hukukun ruhu olduğu gibi daha önce din tebliğ etmiş olan bütün peygamberlerin de tekrar ettikleri en yüksek ahlâkî ilkelerdir. İşte insanlar bu ilkelere riâyet ettikleri zaman Allah’a verdikleri sözü yerine getirmiş olurlar. Bu ilkelerin, Allah’ın kulu olan insana yüklediği sorumlulukların tümünün en yüksek ifadesi ibadettir.9 Allah, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben o­nlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum.”10 buyururken, bu sözleşmenin temel ilkelerinin özeti durumundaki iman ve ibadetin ahlâkî bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle, “Onlardan rızık istemiyorum” ifadesi, rızık peşinde koşmayı bahane ederek ibadeti terk etmenin ve adeta rızık peşinde koşmak için yaratılmış intibaını vermenin gayri ahlâkî bir davranış olduğuna işaret etmektedir.11 Hatta Allah’ın “Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilemeyeceğinizi mi sandınız?”12 âyeti insanın Allah ile olan sözleşmesinden doğan ağır sorumluluğuna, yani imana ve ibadete vurgu yapmaktadır. Bundan daha net olanı “insan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?”13 âyetidir. Burada, insanın dünyaya gönderilirken sözleşmeden doğan çok ağır bir ahlâkî sorumluluğun altında olduğu ve bu sorumluluğun gereği olarak Allah’a iman ve O’na ibadet etmekle mükellef olduğu net olarak ifade edilmektedir.

Denebilir ki, Allah’a iman ve o­na ibadet etmek yaratılışın en önemli sırrıdır. Hatta Bediüzzaman’a göre iman insan olmanın bir gereğidir.14 İbadet ise dünya ve âhiret saadetine sebep olduğu gibi dünya ve âhiret işlerini tanzime de sebeptir. İbadet, kişisel olarak insanın, ayrıca tüm insan nevinin kâmil olmasına bir vasıta olduğu gibi, yaratıcı ile kul arasında pek yüksek bir nispet ve çok şerefli bir rabıtadır. Çünkü insanın yüksek ruhunu ferahlatan ibadettir. İnsanın kabiliyetlerini ortaya çıkaran, arzu ve isteklerini berraklaştırıp temiz hale getiren, emellerini tahakkuk ettiren ve fikirlerini genişlettirip intizam altına alan yine ibadettir. Aynı zamanda insanın şehvete ve öfkeye dayalı içgüdülerini sınırlayan, zahiri ve batıni uzuvlarını ve duygularını kirleten küfür paslarını silen ve insanı mukadder olan kemalatına ulaştıran yine ibadettir.15

Şu halde yaratılışın asıl gayesi yaratıcıyı tanımak ve o­na ibadet etmektir. Eğer insanlar Allah’ı tanıyıp o­na ibadet etmezlerse yaşamalarının hiçbir anlamı kalmayacaktır. Çünkü iman ve ibadet hayatın ve var olmanın ruhu hükmündedir. Peki, ibadetin ruhu var mıdır? Varsa o ruh nedir? Bediüzzaman bu soruya şu cevabı verir: “İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ya da fayda ibadete illet gösterilse o ibadet batıldır. Faydalar ve hikmetler yalnız tercih edici olabilirler, illet olamazlar.”16 Hatta Bediüzzaman’a göre ibadet, insan hayatında bir vesile değil, insan hayatının asıl gayesidir. Bu itibarla ihlâssız ibadet, ibadet sayılmadığı gibi, ibadet sevap kazanmak ya da cezadan kurtulmak için de yapılmamalıdır. Görülüyor ki, insan fıtratına en uygun olan şey, her türden insan fiilinin, ahlâkın, iyiliğin ve adaletin tecellisini mümkün kılacak şekilde ve insanın yaratılışına uygun olarak, yani ibadetin ruhu olan ihlâs çerçevesinde yapılmasıdır.

İNSANIN SORUMLULUĞU VE İHLÂS

İnsanın iki türlü sorumluluğu vardır: Birincisi, insanın Allah ile olan sözleşmesinin gereği olan ahdine bireysel olarak vefa göstermesidir. Allah insanın kendisine karşı samîmî davranmasını istiyor. Allah şöyle buyuruyor: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun.” İnsanın Allah’a verdiği söz, daha çok iman ve ibadet şeklinde kendisini gösterir. Allah’ın insana verdiği söz ise, insanı dünya ve âhirette mutlu bir hayata, Kur’ân’ın ifadesiyle “sırat-ı müstakim”e götürür. Ayetin sonunda yer alan “sadece benden korkun” ifadesi, insanın Allah’a karşı sorumlu olduğu fiillerine karşılık sevap kazanabilmesi için tüm işlerinde samîmî olması, yani ihlâslı davranması, ahlâkî sorumluluğun gereği olduğunu öngörüyor.

İnsanın ikinci sorumluluğu, hemcinslerine karşı olan sorumluluğudur. Bu durum, insanın topluma karşı olan görevini ve işindeki samîmîyet ve ihlâsı da içine almaktadır. Kuşkusuz insanın Allah’a karşı olan sorumluluğunun yanı sıra hemcinsleri olan diğer insanlarla da belli bir ilişki biçimi içinde olması kaçınılmazdır. Çünkü, insan, fıtratı gereği medeni yaratılmıştır. Bu yüzden başkalarıyla bir arada yaşamak durumundadır. Ancak toplumun refah ve mutluluğu insan ilişkilerinin belli bir düzen içinde şekillenmesine bağlıdır. Aksi takdirde her toplumda kargaşa doğar. Başka bir ifadeyle, sosyal hayat ya belli ahlâkî ilkeler doğrultusunda düzene girip adaletin toplumda tecelli etmesini mümkün kılar ya da kaos kendi özel dinamikleriyle adaletin ortadan kalkmasına ve zulmün kurumsallaşmasına yol açar.

Allah bu konuda da insandan ahit aldığını ve insanın Allah’ın ahdine vefa göstermesi gerektiğini talep eder. Burada Allah’ın ahdinin yerine getirilmesi, insanlar arasındaki ilişkilerin adalet, iyilik, yardımlaşma, paylaşma vb. ahlâkî ilkelere göre düzenlenmesidir. Allah şöyle buyuruyor: “Yetimin malına yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı tam adaletle yapın. Yakınlarının aleyhinde de olsa her olayda ve her durumda adil davranın.”17 Başka bir âyette şöyle buyuruyor: “Allah’ın size olan nimetini ‘duyduk ve kabul ettik’ dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O’na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah’tan korkun. Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adil davranmamaya sevk etmesin.”18 Bu konudaki bir diğer âyet ise şöyle: “Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde bile olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Hislerinize uyup adaletten sapmayın.”19

Dinî ibadetlerden olan ve imandan sonra gelen abdest ve namaz dinin direği ve insanın manevî hayatının temeli olduğu gibi, adalet ve adaleti ayakta tutan şahitlik kurumu da sosyal hayatımızın teminatıdır. Bu âyetler, insanı adaletten ayıran ekonomik, sosyal ve psikolojik sebeplere dikkat çekerek doğrudan yargının başında bulunan ya da dolaylı olarak yargıçlara yardımcı durumunda olanların yalnız ve yalnız Allah’tan korkmaları ve o­nun tesirinde kalmaları gerektiğini vurgulamıştır. Âyetlerde geçen “Allah’tan korkun”, “Her durumda adil davranın”, “Adalet titizlikle ayakta tutun” ve “Hislerinize uyup adaletten sapmayın” şeklindeki ifadeler, Allah’ın ahdine riâyet etmenin sadakat, samîmîyet ve ihlâsla iş yapmak anlamına geldiğini, bunların da adil davranmak ve Allah’tan korkmakla eş anlamlı olduğunu, İslâmiyet’in asıl sırrının ihlâs ve rızâ-i İlâhî olduğunu göstermektedir.20

İHLÂSIN KISIMLARI

İhlâs ve samîmîyetin, kişisel ve toplumsal olmak üzere iki boyutu vardır. Yani ihlâs ve samîmîyet insanın manevî hayatının temel dinamiği sayıldığı gibi toplumun manevî hayatının da temel dinamiklerinden biridir. Bireyde ihlâs, toplumda “adaletin tecellisi” şeklinde ifadesini buluyor. Eğer bir insanda ihlâs ve samîmîyet hâkim olmazsa o insanın nifak ve iki yüzlülük hastalığına yakalanmaması mümkün olmadığı gibi, toplumda her şeyin başı ve yöneticisi durumunda olan adalet tecelli etmediği takdirde kargaşanın baş göstermemesi mümkün değildir. Özellikle para ve ekonominin adaletle yönetilmediği zamanlarda, insanlara parayla her şeyin elde edilebileceği izlenimi verilmiş olur ki, bunun adı “rüşvet-i mutlaka” yönetimidir.21 Bu itibarla denebilir ki, ihlâslı insanlardan meydana gelen toplumlarda mutlaka adalet tecelli eder ve insanlar barış ve mutluluk içinde yaşarlar. Zira ihlâs ve samîmîyet sayesinde gerek fert gerek toplum bazında çalışmanın, işbirliğinin ve hayatın bir anlamı vardır. İhlâssız olan, başka bir ifadeyle, iki yüzlülük hastalığına müptela olan insanlarda ve ahlâkî çöküntü içerisinde olan toplumlarda dirlik ve düzen olmadığı için refah ve mutluluktan da söz edilemez. Çünkü samîmîyetsiz işlerin, çalışmaların, düşüncelerin ve hayatın bir anlamı yoktur. Böyle toplumlarda her şeyin başı ve yöneticisi paradır.

Bediüzzaman ihlâsı iki açıdan ele alır. Birincisi, İslâm toplumunun dinî ve manevî hayatında sorumluluk mevkiinde bulunan bir kişi veya elit bir zümre olmanın getirdiği mükellefiyet açısından ihlâsın önemine işaret eder. İhlâsın bu kısmı hüküm değeri bakımından “farz-i kifâye” derecesindedir. Bediüzzaman, bu noktada, İslâm dünyasında aktif rol oynayan “ehl-i din, eshab-ı ilim ve erbab-ı tarikat” gibi dinî gruplardan ihlâslı olmalarını beklemektedir. Dinî grupların birbirleriyle olan münasebetlerinde ihlâsın önemine işaret eden Bediüzzaman, ihlâssızlığın bu gruplar arasındaki ihtilafın da gerçek sebebi olduğunu vurgular. “Elim ve feci ve ehl-i hamiyeti ağlattıracak bir hadise-i müthişe” olarak kabul ettiği İslâmî cemaatler arasındaki ihtilâf hastalığının yegâne tedavisinin yine ihlâs ile mümkün olabileceğini dile getirir.22

İkincisi, İslâm dünyasında manevî bir şahsiyete sahip olan bir cemaatin üyesi olmanın, başka bir ifadeyle, Kur’ân hizmetkârı olmanın getirdiği sorumluluk açısından ihlâsın önemine işaret eder. İhlâsın bu kısmı daha çok “farz-ı ayn” hükmündedir. Bu anlamda ihlâslı olmak kişinin imanını, takvasını ve gerçek kurtuluşunu garanti altına alır. İhlâslı olmadığı takdirde öncelikle insanın kendisi yanar. Ancak burada hemen belirtmeliyiz ki, farz-ı kifâyenin mükellefe yüklediği sorumluluk, farz-ı aynın yüklediği sorumluluktan geri değildir. Üstelik farz-ı aynın kazası mümkün olduğu halde farz-ı kifâyenin kazası farz olarak mümkün değildir. Meselâ, sabah namazını kılmayan bir kimsenin bu hatasını kaza yoluyla telâfi etmesi mümkün olduğu gibi; kaza etmediği takdirde bile vebali sadece kendisine ait olur. Farz-ı kifâyede durum böyle değildir. Meselâ, cihad bir farz-ı kifâyedir. Ne var ki, cihadda görev alacak olanlar görevlerini terk ettikleri takdirde İslâm toplumu yok olmakla karşı karşıya kalabilir. Bu anlamda farz-ı kifâye üyelere toplumsal bir sorumluluk yüklerken farz-ı ayn daha çok ferdi sorumluluk yüklemektedir.

SONUÇ

Allah insanla sözleşme akdetmiştir. İnsanın başıboş bırakılmayacağından söz eden bir çok âyet-i kerime,23 insanın dünyaya gönderilirken sözleşmeden doğan çok ağır bir sorumluluğun altında olduğunu ve bu sorumluluğun gereği olarak Allah’a iman ve O’na ibadet etmekle mükellef olduğunu gösterdiği gibi, “Yalnız benden korkunuz”,24 “Her durumda adil davranın”25 ve “Hislerinize uyup adaletten sapmayın”26 gibi âyetler de Allah’ın ahdine riâyet etmemin sadakat, samîmîyet ve ihlâsla iş yapmak anlamına geldiğini, ihlâsın, “Allah’tan korkmak” ve “Her durumda adil davranmakla” eşanlamlı olduğunu göstermektedir.

İslâmiyet’in esas sırrının ihlâs olduğunu kabul eden Bediüzzaman’a göre, yaratılışın en önemli neticesi ve hilkatin en yüksek gayesi olan marifetullahın (Allah’ı hakkıyla tanımanın), ibadetin ve amel-i salihin ruhu da ihlâstır. o­na göre ihlâsta o kadar önemli bir güç vardır ki, haksızlar bile şer işlerinde gösterdikleri ihlâstan dolayı muvaffak olmaktadırlar. Hakikî bir validelik şefkatini taşıyan kadınların ihlâsta ve kahramanlıkta erkeklerin çok ilerisinde olduklarına dikkat çeken Bediüzzaman27 “her olayın iyi tarafına bakmak gerekir” prensibinden hareketle beşer zulmünün arkasında kaderin bir cilvesi bulunduğunu ve insanı ihlâsa sevk ettiğini ifade eder.

Gerçek ihlâsın elde edilebilmesi ve güzel ahlâkın zirvesine ulaşabilmek için hakikatin (dinin) hiç bir şeye feda edilmemesi ve insanın kendi nefsine hiç bir hisse tanımaması gerektiğini savunan Bediüzzaman’a göre, insan kendi vazifesini Allah’ın vazifesiyle karıştırmamalıdır. Zira muvaffak etmek ve hayırlı neticeleri ihsan etmek Allah’ın işidir. Dünyevi veya uhrevî işlerde birbirine rekabet etmenin ihlâsı zedelediğine işaret eden Bediüzzaman, kendisine rakip olabilecek bir mümin kardeşi hakkında kardeşlik hissini öne çıkarmanın gerçek ihlâsın bir gereği olduğunu ifade eder.

Risâle-i Nur dairesine ihlâsla girenlerin ulvî ve küllî bir ubudiyete ve yüksek bir ahlâka sahip olduklarına, “iştirak-i amal” kaidesiyle kazançlarının küllî olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, ihlâs kuvvetinden sonra en büyük kuvvetlerinin iştirak-i amal-i uhrevîye (ahirete ait işlerde ortaklık yapmak) olduğunu ifade eder.28 İhlâs sırrının insanı siyasetten, maddî ve mânevî bütün makamlardan, hatta uhrevî lezzetlerden dahi vazgeçirdiğini söyleyen Bediüzzaman, velâyet yollarının en mühim esasının29 ve tarikat şeyhlerinin asıl mesleğinin yine ihlâs olduğunu,30 Müslüman’ın hayatında ihlâsın önemli bir esas olduğunu açıkça dile getirir. Risâle-i Nur’un asıl mesleğinin hakikat-i ihlâs, terk-i enâniyet ve daima kendini kusurlu bilmek olduğunu kabul eden Bediüzzaman’a göre ihlâs, şan, şeref, maddî ya da manevî rütbelere vesile olabilecek her şeyden daha üstündür. Çünkü ihlâs, insanın kurtuluşuna vesile olan ibadetin ve amel-i salihin ruhu hükmündedir ve insanlığın temel ahlâkî umdesidir.

DİPNOTLAR:
1. Enbiya, 21/23
2. Buruç, 85/16
3. Bakara, 2/63,93
4. Taha, 20/115
5. Nisa, 4/165
6. Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyâtı, I, 448, Nesil Basım-yayım, İst., 1996.
7. Yasin 36/60-61
8. Bakara, 2/177
9. Ali Bulaç, Sözleşme, Kasım 1997, sayı, 1.
10. Zariyât, 51/56-57
11. Said Nursî, Lem’alar, 267, Yeni Asya Neş., İst., 1996
12. Müminun, 23/115
13. Kıyame, 75/36
14. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyâtı, I, 134
15. A.g.e., II, 1216
16. A.g.e., II, 1216
17. En’am, 6/152
18. Maide, 5/7,8
19. Nisa, 4/135
20. Risâle-i Nur Külliyatı, I, 546
21. Rüşvet-i mutlaka için bkz. A.g.e., 1773, 1813. (Bediüzzaman şöyle der: Hatta eğer bir Müslüman dinini terk edip dine karşı “lakayt” olsa, anarşist olur ve hiçbir kayıt altına alınamaz. İstibdad-ı mutlak ya da rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye veya tedbirle idare edilemez, A.g.e. a.y.)
22. A.g.e.,I, 662
23. Kıyame, 75/36
24. Bakara, 2/40
25. Nisa, 4/58
26. Nisa, 4/135
27. Risâle-i Nur Külliyâtı, I, 690-691
28. A.g.e., II, 1633
29. A.g.e., I, 565
30. A.g.e., II, 1952

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*