Bir yüz yıl daha kaybetmemek için Bediüzzaman’ı dinlemeliyiz

YÜZ YIL KAYBETTİK, ANCAK GELECEK YÜZYILLARI DA KAYBETMEMEK İÇİN YERSİZ KORKULARIMIZI BİR KENARA BIRAKIP, BEDİÜZZAMAN’IN MEDRESETÜZZEHRA PROJESİNİ DERHÂL HAYATA GEÇİRMELİYİZ.

YENİ ŞAFAK GAZETESİ ANKARA TEMSİLCİSİ ABDULKADİR SELVİ:
Bir yüz yıl daha kaybetmemek için Bediüzzaman’ı dinlemeliyiz

Said Nursî, “Medresetüzzehra” projesiyle, Osmanlı’nın son döneminde üç ayrı eğitim kanalı olarak yürüyen mektep-medrese-tekke üçlüsünün ortak bir potada buluşturulmasını öngörerek, tevhid-i tedrisatı ilk gündeme getiren kişi olmuştu. Ama cumhuriyet döneminde öğretim birliği ilkesi, medrese ve tekkelerin kapısına kilit vurup, okullarda da din eğitimini tamamen kaldıran bir anlayışla uygulandı. Bu durumun, günümüzdeki ilerici-gerici, laik-antilaik gibi ikilem ve gerilimlerdeki rolünü değerlendirir misiniz? Said Nursî’nin dinle bilimi kaynaştıran yaklaşımı esas alınsaydı bu gerilimler yaşanır mıydı?
Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı’nın son dönemindeki medrese, tekke ve mektep üçlüsünün içinde bulunduğu durumu çok gerçekçi bir şekilde analiz ediyor. Medrese, kendisini yenileyip geliştiremediği için yer yer skolastik bataklığa saplanmış, kalp ehlinin mekânı tekke ise yozlaşarak bu misyonunun uzağına düşmüş. Hatta tekke ile medrese birbirinin varlığını inkâr noktasına kadar gelmiş. Mektep ise tüm bunlara alternatif olarak ortaya konulmuş. Ama mektep eksik doğmuş, medrese ve tekke ıslâha muhtaç bir hâle gelmiş. Bediüzzaman Hazretleri ise biri olmadan diğerinin yeterli olamayacağını, biri diğerine tercih edildiği takdirde ortaya çıkacak modelin çare olmadığını görmüş. Ve yeni bir model ortaya koymuş.

İnsan sadece kalpten ibaret değil ki; tekke yeterli olsun. Ama insan kalpsiz de değil. Sadece maddî ilimler hamiyet-i diniyenin yüksek olduğu şark toplumlarında, insanın manevî dünyasını nasıl şekillendirecek, tatmin edecek? Manevî boyutu eksik olan bir eğitimden, aydınlık nesiller değil, tehlikeli beyinler türer.

Biz onlara yarı aydınlar diyoruz ki, bu topraklar bunlara pek de yabancı değil. Bir asra damgasını vuran ve Türkiye’nin yetişmiş kesimlerinin enerjilerini kör bir kavga uğruna boşa harcamasına neden olan bir kavga bu. Darbelerden, ara rejim arayışlarına, seçilmişler mi tayin edilmişler mi kavgasından, kendi değerlerine savaş açmış nesillere kadar uzanan geniş bir uygulama alanı olan bir konu bu.

Demokratik Cumhuriyetin ruhuna aykırı olan, Takrir-i Sükân Kanunları ya da İstiklâl Mahkemeleri ile yerleştirilmeye çalışılan devrimler, ideolojik anlamda yarı aydın zihniyetiyle bugünlere taşındı.

Kendi değerlerine savaş açmış ve bu topraklarda karşılığı olmayan yarı aydınlar, bir medeniyet inşasına hizmet edemezdi elbette ki. Sadece toplumda ilerici-gerici, laik-antilaik diye başlayan bugün etnik ve mezhep temelinde yeni ayrışmalarla devam eden tehlikeli tohumların ekilmesine hizmet ettiler.

Aydını yarım olan bir ülkeden münevverler yetişir mi? Ne yazık ki, İslâm medeniyetine bayraktarlık yapmış bu milletin içinden bir asrı aşan süre zarfında ancak birkaç mütefekkir yetişebildi. Mütefekkir yetiştiren bu mümbit topraklar bir asrı aşan bir fikir kabızlığına maruz kaldı. Onlar da üstlerine giydirilmek istenen deli gömleğine karşı çıkanlardı.

O nedenle bu ayrışmaya daha fazla değinmek istemiyorum. Bunu bir acı ve ıztıraptan dolayı yapıyorum. Çünkü bu ülkenin okumuşları ne yazık ki, bu topraklardan yetişmiş değerlere yeterince kulak vermedi. Muasırları olduğu kadar daha sonra gelen entellektüellerin de Bediüzzaman’ın anlaşılması konusunda yeterince çaba gösterdiklerini söyleyemeyeceğim.

Onu anlamak yerine, camların arkasından bakmayı tercih ettiler.

Cumhuriyetin başında beyinler kamplaştırıldı, bir asrı bu kamplaşmanın sancılarıyla geçirdik. Bu uğurda asmadık insan, yapmadık darbe, toprağın altına sokmadık genç bırakmadık. Geldiğimiz nokta bu oldu. Şimdi Türk-Kürt kamplaşmasına, Alevî-Sünnî çekişmesine, ilerici-gerici ayrışmasına neden hayret ediliyor anlamıyorum. Kin ve nefret tohumlarını ektiğimiz zihinlerden, sevgi çiçekleri mi açacaktı?

Ama zihinlerdeki uzlaşmayı sağlasaydık bugün çok farklı bir yerde olacağımız kesindi.

SAİD NURSÎ’NİN MUHATABI BÜTÜN İNSANLIK

Günümüzde “Medeniyetler çatışması” ile “Medeniyetler ittifakı” tezlerinin çokça dillendirildiği göz önüne alındığında, Said Nursî’nin Medresetüzzehra ile “Avrupa medeniyetini İslâm’ın hakikatleriyle, felsefeyi Kur’ân’la barıştırmayı” amaçlamış olmasını nasıl yorumlarsınız?

Körü körüne Batı düşmanlığı ya da Batı hayranlığının zirvede olduğu bir dönemde Bediüzzaman, farklı bir tezle ortaya çıkmış. Batı medeniyetini yok saymamış. Batı’nın ilerlemesine neden olan aydınlanma dönemi değerleri özgürlükler, insan hakları ve demokrasi gibi değerler ile maddeten terakki etmesini sağlayan sanayi devrimini doğru analiz etmiş. Manevî olarak da batının muharref Hıristiyanlıktan uzaklaştığı sürece ilerlediğini tesbit etmiş.

Batı medeniyetini tahlil ve teşhiste bir yanlışlık yok. Eğer bir asır önce gelse, başta Osmanlı olmak üzere İslâm dünyasının yeni gelişen Batı medeniyetini nasıl anlaması gerektiği konusunda rehber olacağından kuşkum yoktur.

İslâm’ın asrımıza bakan yüzünü temsil ettiği için Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin sadece İslâm dünyasını muhatap alması söz konusu değil. Kur’ân kimi muhatap kabul etmişse Bediüzzaman da onu hedef almış. Yani tüm insanlığı… O nedenle Batı medeniyetinin insanlık için faydalı kısımlarıyla İslâm hakikatlerini barıştırmayı amaçlamış olması bu açıdan çok önemli. Muhatabı tüm insanlık…

İnsanlık çok şey yaşadı. Din savaşlarından, medeniyet savaşlarına… Birinci ve İkinci Dünya felâketlerine dek…

Dini, dili ve ırkı fark etmeden insanlığın tümüne saadet getirecek yol ve yöntemler bulunamadı. Bediüzzaman’ın İslâm hakikatleriyle Avrupa medeniyetini barıştırma projesi bu yönde atılmış en önemli adımlardan biri. İnsanlık yaşadığı onca felaketten sonra, medeniyetler ittifakı diye uluslar arası bir zemin oluşturdu. Ancak medeniyetler savaşı adına Irak işgal edilirken, lüks salonlarda medeniyetler ittifakı nutuklarının atılması samimiyetten uzak bir girişim olarak kaldı. Bediüzzaman ise, iki medeniyetin buluşabileceği doğru zemini tayin etmiş, buradan insanlığın saadetine çözümler bulunabileceğini belirtmiştir. İki Avrupa tarifiyle bu bakış açısını harika bir şekilde formüle etmiştir. Doğru olanı da bu bakış açısıdır.

O, ÇAĞIN ”KUR’ÂN DİLİ”Nİ ORTAYA KOYDU    

nİslâm dünyasının siyasî ve toplumsal krizlerden kurtulması, Ortadoğu barışının temini, dolayısıyla dünya barışına da katkı sağlanması noktasında, Said Nursî’nin Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Hint yarımadasından Kafkasya ve İran’a uzanan geniş coğrafyada uluslar arası bir bölge üniversitesi olarak tasarladığı Medresetüzzehra’nın etnik ayrımları reddederek “din kardeşliğini” esas alan ve “bölge halklarının birlikte ve huzur içinde yaşamasını” sağlamaya yönelik bir eğitim müfredatı hedeflemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman Hazretleri yüz yıl öncesinden bugün karşı karşıya olduğumuz, “ırkçılık fitnesi”ni görmüş ve çağı aşan bir bakış açısıyla bir çözüm modeli ortaya koymuş.

Bediüzzaman’ı muasırlarından ve kendisinden sonra gelenlerden ayıran en büyük özellik, sadece hastalığı teşhis etmemiş, aynı zamanda çözüm modelini de ortaya koymuş olmasıdır.

İslâm’ın ve bilhassa Osmanlı’nın fetret dönemi diyeceğimiz bir dönemde gelmiştir Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri… Muasırlarından birçok önemli mütefekkir İslâm dünyasının içinde bulunduğu bu durumu büyük bir ıztırap halinde anlatırken, olayların müsebbibi olarak gördüğü Batı’ya reaksiyon gösterirken, Said Nursî bir aksiyon adamı olarak ortaya çıkmış.

Kur’ân-ı Kerim’in kendi kendisini savunmak durumunda kaldığı bir dönemde, ilim yoluyla İslâm’a gelen hücumları bertaraf ederken, çağımızın, ”Kur’ân dili”ni ortaya koymuştur. Bunu dinle ilimi barıştıran yaklaşımı, İslâm’la hürriyet ve demokrasiyi buluşturan anlayışı ile ortaya koymuş, bir aksiyon adamıdır.

MEDRESETÜZZEHRA DERHAL HAYATA GEÇMELİ

Bediüzzaman bir inşâ ve ihya hareketinin lideridir. Ve Medresetüzzehra metoduyla İslâm coğrafyasının her metre karesinde uygulanabilecek bir metot ortaya koymuş. Alın bu modeli Pakistan’da uygulayın. Alın Irak’ta ya da Libya’da uygulayın. Veya Türkiye’de… Din ilimleri ile fen bilimlerinin bir arada okutulduğu, İslâm’ın evrensel dili Arapça ile Türk milletinin diline ve çok daha önemlisi bugün dahi cesaretle ifade edemediğimiz şekilde bölgenin en ıztıraplı milleti olan kahraman Kürt kardeşlerimizin dilinin kullanılmasına yeşil ışık yakan açılımı dikkate alınsa, Türkiye’de Kürt sorunu ile İslâm coğrafyasının muhtelif yerlerinde ise, ”etnik” ve “mezhepsel” sorunlarla boğuşmak zorunda kalmazdık. Üstad Hazretleri eğitim konusunda ise skolastik bataklığa saplanmış bir medrese ya da materyalist bir üniversite modeli tuzağına düşmeden, yepyeni bir model ortaya koymuştur.

Günümüzde kendisini gösteren silâhlı etnik soruna baktığımızda Bediüzzaman’ın çağı aşan bir vizyonun ürünü olarak ortaya koyduğu Medresetüzzehra modelinin yaktığı güneş gibi bir aydınlığın peşinde gidilse bugünkü Kandilcikler olmazdı.

Çözümü silâhta değil, eğitimde arayan çözüm şekli tercih edilse bu coğrafyada kan çiçekleri değil, barışın gülleri açardı. Ama maalesef olmadı.

GELECEK YÜZYILLARI DA KAYBETMEYELİM!

Yüz yıl kaybettik, ancak gelecek yüzyılları da kaybetmemek için yersiz korkularımızı bir kenara bırakıp, Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesini derhâl hayata geçirmeliyiz.

Etnik belâya 300 milyar dolar harcayıp, silâhlı mücadele ile bir yere gidemeyen devletimizin bunun binde birini harcamak sûretiyle sivrisinekle mücadele etmek yerine bataklığı kurutacağı bu yaklaşıma zaman kaybetmeden sarılması gerekiyor.

Medresetüzzehra projesini ben yeni bir çağın kapısında duran bir mütefekkirin, Peygamberimizin (asm) övgüsüne nail olmuş bu millete geleceğin sahibi olması için sunulmuş bir “gelecek vizyonu” olarak görüyorum.

İslâm medeniyetini ya da batı uygarlığını incelediğimizde, ancak bir medeniyet inşa edebilenlerin tarihe mal olduğunu görürüz. O açıdan bakıldığında Bediüzzaman Hazretlerinin yıkılmış bir asrın viraneleri içinden, asrın ateşi cüppesini tutuştururken, onun bir medeniyet projesiyle ortaya çıkmasından başka bir şey değil.

BEDİÜZZAMAN EĞİTİM DİLİNDEKİ YAKLAŞIMIYLA BİZLERDEN BİR ASIR ÖNDE

Said Nursî’nin Medresetüzzehra’nın eğitim diliyle ilgili olarak söylediği “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” yaklaşımını, günümüzdeki Kürtçe yasağı ve anadilde eğitim tartışmaları bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Ne yazık ki, tek partinin yasakçı zihniyeti devlet politikası oldu, hatta bu konularda İslâmî kesimlerin zihinlerini de etkiledi. Oysa biz Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi ırkları ve dilleri Cenâb-ı Hakk’ın âyetleri ve isimlerinin tecellileri olarak gören bir düşünceden geliyoruz. Olayın İslâmî ve Kur’ânî boyutu bize bunu öğretiyor. Buna iman etmemizi gerekli kılıyor.

Maalesef devletin bölünmez bütünlüğü adı altında bazı Müslümanlar da bu yasakların savunuculuklarını yaptılar.

Çok büyük yanlışlar yapıldı bu konuda. Oysa Bediüzzaman Hazretleri’nin yüz yıl önce koyduğu ölçüye riayet edilse, dil farklılığı felâketimize değil saadetimize hizmet edebilirdi.

Bediüzzaman Hazretleri eğitim dili konusunda koyduğu ölçüyle bir kez daha bizlerden bir asır önde olduğunu gösterdi. Yüz yıl sonra da olsa saygıyla önünde eğilmeyi hak ediyor.

Said Nursî, Medresetüzzehra’nın hedeflerinden birini de “meşrûtiyetin (demokrasinin) güzelliklerini neşir için bir kapı açmak” şeklinde ifade ediyor. Demokrasinin topluma mal edilmesi noktasında eğitimin önemini vurgulayan bu yaklaşım için ne diyorsunuz?

Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi değerlere en çok bu topraklar muhtaç. Hilâfetin saltanata inkılâp ettiği günden bu yana İslâm coğrafyası bu acıyı yaşıyor. Ancak güzel hasletlerin topluma kabul edebileceği doğruluklar içinde sunulması gerekiyor.

Toplumun sosyolojik gerçeklerine maalesef ki riayet edilmedi. Medresetüzzehra meşrûtiyet ve hürriyetin, dinle barışmış olan medeniyetin güzelliklerini göstermesi açısından doğru bir kapı olabilirdi. İlim kapısından demokrasinin diğer güzelliklerinin girmesi mümkün olabilirdi. Olmadı.
Ama meşrûtiyet ve hürriyetlerin dinsizlik olarak lanse edilmeye çalışıldığı bir dönemde Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâzarât isimli eserinde ve Tarihçe-i Hayatı’nda yer aldığı gibi bunları Kürt aşiretlerine anlatma konusundaki çabasını da göz ardı etmemek gerek.

Bediüzzaman tek ölçüsü din olan kitlelere, âyet, hadis ve icma-ı ümmet gibi İslâm’ın temel değerleri ile demokrasi ve hürriyetleri anlatmış. Bundan daha güzel bir yorum şekli olur mu? Medresetüzzehra da sadece eğitim alanında değil, İslâm ümmetinin bu değerlerle buluşması noktasında, yani rejim konusunda da büyük hizmetlere medar olabilirdi.

Yıllarca diktatörlerin zulmü altında inledi bu coğrafya, şimdi de büyük bedeller ödeyerek Arap Baharı’nı gerçekleştirmeye çalışıyor. Ama Medresetüzzehra’nın şubeleri açılabilseydi bu kıt’ada üniversite kürsülerinden kazanılacaktı bu değerler. Kansız ve kavgasız olarak… Hem de ilmin sağlam temelleri üzerine inşa edilmek suretiyle.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*