Birlikte Risâle okumaları

Image

İl olarak geçen yıllarda güzel bir gelenek başlatmıştık. “Birlikte, müzakereli Risâle okuyalım” diye. Denedik, istifade ettik, zevk aldık. Hoş, Anadolu’nun bir çok il ve ilçesinde bu güzel âdet, elhamdülillâh yıllardan beri var ve devam ediyor. Antalya’mızda bu faaliyet henüz daha taze.

Yeni. Fidan gibi. Ama ümit veriyor. Aşk veriyor. Şevk veriyor. Heyecan veriyor.

Bu yıl, istişâre heyetindeki arkadaşlarımızın kararı ve buradaki mahallî câmiamıza tavsiyesiyle henüz ikincisini gerçekleştirdik. Pazar günü sabah namazını birlikte kılıp, gelen dostlarımızla, önceden tesbit edilen bir kitap veya konu üzerinde dikkatli ve canlı bir müzakere ve fikir beyanlarıyla, konuyu anlayıp hazmetmeye ve en önemlisi de kendi hayatımızda bire bir nasıl tatbik edebileceğimizin yollarını aramaya çalışıyor ve gayret ediyoruz.

Ama ben şahsen; “ihtisas dersi” diyebileceğim bu tür müzakereli, katılımlı ve paylaşımlı faaliyetten büyük bir keyif ve zevk alıyorum.

İki haftadır Yirmi Birinci Lem’a olan “İhlâs Risâlesi” üzerinde mütalâalarımız büyük bir zevk, dikkat ve ciddiyetle devam ediyor elhamdülillâh.

Bu arada bu münasebetle çok büyük bir eksikliğimin “birazcık da” olsa farkına varmış oldum.

Ülfetin, gafletin, tembelliğin, dünyevîleşme ve rehavetin, aciz ve süflî nefsimi ne derece müthiş baskı ve etki altına aldığını hissettim. Bunun neticesinde de düşünme, tefekkür, maneviyâtı ön plâna çıkarma, İslâmı ve semâvîliği tercih etme irademin büyük ölçüde gerilediğini ve yıprandığını “fark etme” hissiyle yüzleştim.

Bu iki haftalık derslerin sonunda en fazla dikkatimi ve dikkatimizi çeken konular:

İlk olarak: “Belki birbirinin noksanını ikmâl eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muâvenet eder” hakikatine yaklaşmaya çalıştık. Eksik olan hizmetlerin tamamlanması “başka birilerine” değil, bizzat “bize” dönen ve şahsımıza bakan bir hakikat olarak karşımızda duruyordu. Ama bunu “kabullenmek” zordu. İcrâ edilmeyen herhangi bir hizmete mukabil, tenkit ve suçlama yerine, “tekmil ve muâvenet” fiillerine hayatiyet kazandırmak; akıl, kalp, ruh ve semaviliğin gereği idi.

İkinci olarak: “Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudât ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.”

Bu noktada, bizzat “İhlâs” kelimesinin mânâsını anlamakta ben şahsen çok zorlanıyorum. Belki “anlıyorum”, ama “idrak” ve “kabullenmekte” aklımın duvarlarını zorlayan işler işin içine giriyor. İllâ ki kıyıdan köşeden bir “kemiyetin” de olması lâzım geleceği baskısı, akıl ve nefis tarafından üfleniyor.

Üçüncü olarak: “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.”

Bu konuda da grubumuzdan “İyi de bu günkü şartlarda, nasıl maddî menfaatte başkalarını kendimize tercih edeceğiz? Pratikte bu oldukça zor ve imkânsız gibi görünüyor. Bu hakikatin ‘kabullenilmesi’ konusunu nasıl daha netleştirebiliriz” düşünceleri gündeme taşındı.

Dördüncü olarak: “Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muâvenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muâvenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hâl ile dahi istenilmez. İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır.”

Bu konuda ise, hizmete kendisini “vakfedenlerin” durumu ve konumları hakkında fikir yürütmeye çalıştık. Normal olarak hâli, piyasa şartlarında ve günlük hayatta; “ekonomik seviye, sosyal güvence” gibi meşhur olmuş ve literatüre girmiş ifade ve tatbikatlara karşı; hizmetimiz içersinde yıllardan beri “vakıf elemanı” konumundaki hizmetkârların maddî ihtiyaçlarının karşılanması konusu, “onlara” değil, “bize” düşen bir mükellefiyet olduğu gerçeğinin altını çizdik. Maddî menfaat “beklentisi” hissine girmemek için bu tür elemanların etrafındaki mesâî arkadaşları olan mükelleflerin vazife ve sorumluluğunu, zamanında, minnetsiz ve şartlara en uygun şekilde yerine getirmesinin lüzumu üzerinde fikir yürüttük.

Beşinci olarak: “Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek sûretinde müstakbeli, zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.”

“Ölüm” hakikatine, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayâlî değil de, hakikat noktasında bakmanın gerçek anlamı, uygulaması ve yaşanmasının nasıl olacağı konusunda epey kafa yormaya çalıştık. Hakikat mesleği ile tarikat mesleği arasındaki ince ve önemli sırrı, Kur’ân’ın yüksek hakikatlerine marifet kesbeden sahabe mesleğiyle ancak ulaşılabileceğini ve bu dâvânın da “sahabe mesleği” olduğu beyanını hatırlayıp, her meselede olduğu gibi bu konuda da gerçeklerden hareket ederek hakikat mesleğinin inceliklerine bir yol bulmaya çalıştık.

Altıncı olarak: “Evet, Risâle-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmâre bulunur. Bazı da hissiyât-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem. Risâle-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefis ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis ve hevâ ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”

Bu konuda, insanlardan ve de mükemmel tâbiri kullanabileceğimiz Müslümanlardan zaman zaman sadır olan, beklenmedik şekilde ortaya çıkan “aykırı ve uç”, yani çok menfî hareketlerin zuhurunun, her zaman gerçek sebebinin ihlâssızlık veya inanç zaafiyetinden değil nefsânî hissiyâtın baskısı ve etkisiyle olduğu gerçeğini yakalamaya çalıştık.

Nefis, hevâ ve hissin hele de günümüz insanını çok çabuk etkilediğini ve bu konuda bir yandan kendimizi ve dışımızdakileri insafsızca suçlamanın yanlış olabileceği hakikatini yakalamaya çalışırken, diğer yandan da böyle ters ve menfî durumlara düşmemek için çok dikkatli ve ihtiyatlı olmamız lâzım geldiğini idrak etmeye çalıştık. Birlikte okumaların artarak devam etmesi dilek ve temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*