Bize düşman değil, dost lâzım

altSon yıllarda etrafımızın düşmanlarla çevrildiği ve bir kuşatma ile karşı karşıya olduğumuz şeklinde, devletin tepesinden telkinler geliyor.

Gazetelere bakıyorsunuz, baş sayfalarda hep çekişmeler, polemikler, hakarete varan söylemler. Televizyonları açıyorsunuz, en yüksek volümden atışmalar, tartışmalar. Siyasetçilerde bir birine güven, saygı, tolerans, hoşgörü diye bir şey kalmamış. Tepeden başlayan bu tartışma, atışma ve ayrışmalar, tabana yayılıyor, yayıldıkça daha da sertleşiyor. Kardeşle kardeşi, baba ile evlâdı, hanımı ile kocasını karşı karşıya getiriyor. Siyasette, kutuplaşma ve gerilim üzerinden puan kazanma yoluna gidiliyor. Ama bu puanlar, faul veya doping yapılarak kazanılmış haksız puanlar olduğu için, neticede millete husûmet olarak geri dönüyor.

Özellikle yönetici pozisyonunda olan insanların daha hoşgörülü, sabırlı ve kucaklayıcı olması gerekirken, tam aksine, öfkeli, intikamcı, ve ayrıştırıcı bir dil kullanmaları, kendi savundukları değerler ile de ters düşmektedir. Osmanlı’nın kuruluş felsefesine baktığımız zaman, Şeyh Edebali’nin öğütleri üzerine bina edildiğini görüyoruz.

Ne demişti o Maneviyat Sultanı Osman Gazi’ye, bir bakalım: “Ey oğul! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Gücengenlik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana…Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana.. Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana. Ey oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”

Şimdi bir bakalım, devletin tepesinde öfke mi var, uysallık mı? Gönül almak mı var, gönül yıkmak mı? Uyumlu ve geçimli bir yönetim anlayışı mı var, uyumsuz, geçimsiz, çatışmalı bir söylem mi hüküm sürüyor? Adaletli bir yönetim mi var, yoksa büyük bir çoğunluk, hak, hukuk ve adalet arayışı içerisinde mi? Maalesef bu suallere olumlu cevaplar vermek mümkün değil.

Şeyh Edebali gönül almayı, hoşgörüyü, dostluğu ve babacanlığı tavsiye ederken, birileri de; “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; Gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın” diyor ve düşmanlıktan beslenmeyi tavsiye ediyor. Ve maalesef, bugün Şeyh Edebali’nin tavsiyeleri yerine, N. Fazıl’ ın tavsiyelerine uyularak siyaset yapılıyor. Dost kazanmak varken, düşmanlıklardan medet umuluyor.

İçeride durum böyle olduğu gibi, dış ilişkilerde de bundan farklı değil. Bütün komşu ülkelerle aramız açık. Bir zamanlar “dostum, kardeşim, iki devlet tek millet” gibi söylemler, şimdi yerini “düşmanlık ve ihanet” söylemlerine bırakmış bulunuyor. Sanki Çanakkale Savaşı’nda olduğu gibi, “Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer” bize savaş açmış, biz de bunlara karşı Çanakkale ruhu ile bir kurtuluş savaşı veriyoruz gibi bir anlayış pompalanıyor. Halbuki beş on sene önce, bir çok ülke ile dost ve müttefik olarak iyi ilişkiler içinde bulunuyorduk. “Dış politikada sıfır sorun” sloganı ile övünüyorduk. Sonra ne oldu da birdenbire dostlar düşman oldu? Neden en güvendiğimiz müttefiklerimiz bize ihanet eder hale geldi? İlişkilerin bu derece bozulmasında elbette yabancı ülkelerin de kusuru var. Teröre açıkça destek veren, Türkiye Cumhuriyetini ciddiye almayan, ikide bir gözdağı verircesine yaptırım tehditleri savuran ülkelerin sayısı gittikçe artıyor. Onların bu haksız tutumlarını elbette kabul etmek mümkün değil, ama ilişkilerin bu derece bozulmasında bizim hiç mi kusurumuz yok? 12. Risale-i Nur Kongresi’ne damgasını vuran, “Düşmanı sık değişenin dostluğuna güven olmaz” hakikatinde olduğu gibi, acaba bu kadar sık düşman değiştirmemizden mi bugün dost bulamıyoruz diye düşünmek lâzım.

Biz bu ülkelerle yeni komşu olmadık. Bir çok ülke ile yüz yılı aşkın bir komşuluğumuz ve müttefikliğimiz var. Elbette her ülke önce kendi menfaatini düşünecek, ona göre bir politika izleyecek. Marifet, menfaat çatışmalarına rağmen hem kendi menfaatini korumak, hem de dostluğu devam ettirmektir.

 

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*