Bosna’ya gidiyoruz, kalbimizi de götürüyoruz

Gözlerimi kapadığımda, bir hayal beliriyor hemen önümde:
İhtiyar bir nine ve dede…
Bastonlarına dayanmış, eski günlerin yâdında ikisi de…
Gönül gönüle yılları tiftik gibi beraber atmışlar. Beraber yaşamışlar her acıyı ve tatlıyı. Beraber ihtiyarlamışlar.

Şimdi gözleri ebedî gençlikte. İhtiyarlığın akşamından sonra doğacak olan gençliğin sabahında, şafağında gözleri. Sakinler… Ağır ağır konuşuyorlar. Kelimeleri seçe seçe, inci gibi diziyorlar cümleleri. Her cümle, ruha ok gibi düşüyor. Kulakları da iyi işitiyor ikisinin de. İhtiyarlığın dışında bir dertleri yok. Işıl ışıl yüzleri. Sanırsınız ışık, güneşten değil de, onların yüzünden yayılıyor. Yansıyor çevreye yaydıkları o güzel hava.

Neler borçlu olduğumuzu düşünüyorum bu insanlara. Tekrar gözlerimi açıyorum. Hayal hakikate karışıyor. Kaçırmayayım diyorum bu manzarayı. Tekrar gözlerimi kapatıyorum.

Yaşlı bir çınarın altında, tahta bir sedirin üzerinde oturmuş olan ihtiyarlar, yine görünüyorlar karşımda. ‘Bir oyunu mu bu bana hayalimin acaba?’ diyorum. Her defasında yanılıyorum. Gitmiyor hayalleri kapalı gözlerimin önünden. Devam ediyorum onları izlemeye. Kaçırmayayım bu manzarayı kaybetmeyeyim diye. Dalıyorum yine hayaline ve beliriveriyorlar karşımda yine. Sevimli ihtiyarların konuşmalarını gizlice izliyorum.

“Hatun, hatırlıyor musun? Dedelerimizle beraber İgman Dağı’nın eteklerinden yürüye yürüye çıktığımız o uzun yolculuğu, o çileli hicreti?”
“He ya… Hem de ne çileler… Anlatırdı ninem.”

“Kaç süt çocuğu yolda dökülmüş… Bebekler mum gibi eriyip gitmişler soğuklarda. Türkiye’ye varacağız diye hasretle yürümüşüz ana yurdumuza, yavrusuna koşan ana gibi. Bir ben kalmışım bizim aileden, hatun. Bir ağabeyim, bir de kızkardeşim, üç kardeşim, bir amcam, bir de halam göç yollarında soğuktan ciğerlerini üşütmüşler. Yapacak bir şey de yok. Zaten yiyecek de azın azı, gıdım gıdım… Herkes ne varsa elindekini paylaşmış birbiriyle. Bereketliymiş o lokmalar. Hâlâ ararım. Su içe içe doldururduk mideyi. Küçük çocuktuk. Nedecen? Kıtlık var gayrı… Al havayı, iç suyu… Yürü de dur gün boyu… Sonunda bir sıcak güneşe hasret, geçtik Tuna’yı, geçtik Meriç’i. Geçe geçe bitiremedik. Su iç, yürü… Su iç, dinlen… Uyumak mı? Unut gitsin… Acıka acıka midemiz küçülmüştü sanki. Bir lokma atınca yeterdi gün boyu. Korku bir yandan, telâş bir yandan, patır patır dökülen insanlar bir yandan, ağlayışlar bir yandan…”

“Evet, ne zahmetler çektik be bey… Ne zahmetler… Şimdi bak şu gördüğümüz, ulaştığımız saadete.”
“Hatun, şimdi bak sana ne anlatacağım. Hiç dinlemedin benden bugüne kadar bunu gayrı. Bunu iyi belle, iyi dinle.”

“Meraklandım, de bakalım. Dinlerim, hemi de can kulağıyla…”
“Canımsın be hatun… Can kulağıyla dinle bak, canımsın. Bunu daha önce dememiştim. Şimdi getirdi aklıma Allah. Unutmuştum bu rüyayı.

Bir gece sınıra çok yaklaştığımız bir yerde şimdiki Kırkpınar’a yakın, yemyeşil bir yerde konaklamıştık. Bahar da yakın, şırıl şırıl suların sesini duyuyoruz. Dağlardan eriyen karların derelere karışan sesi… Annemin kucağında, üzerimde incecik bir şilte, yorgun yatarken, gökteki yıldızları seyrediyordum. Sayıyordum bir bir. Rüya mı desem, gerçek mi desem, bilemiyorum…

Bir yıldız kol gibi uzanıp indi oraya, tam yattığımız yere, bizim kafilenin bulunduğu yere. O yücelerden indi âdetâ. Dolaştı durdu. Yüzlerce göç yolcusunun konakladığı yerin üzerinde, her birinin üzerinde eğleşti durdu. Ben de bir yandan ona bakıyordum, benim de yanıma gelecek mi diye.”

“Geldi mi?”
“Evet, bana da geldi. Öyle bir nur ki… Bana da geldi. Biraz sonra da benim üzerime doğru eğildi. Amanıııın, bir nur ki, hiç görmedim dünyada öylesini. Ömrümce öyle bir nur görmedim. Güneş mi desem değil, ay mı desem, sönük kalır onun yanında. Öyle bir ışığı vardı yani.

Ne dedi bana doğru biliyor, musun? ‘Ey çocuk’ dedi, ‘güzel çocuk, küçük çocuk…’ Işık elimi tuttu, selâm verdi. Alnımdan öptü benim. ‘Gelecek günleriniz güzel olacak.’ dedi. ‘Bu geceler geçecek.’ dedi. ‘Aydınlık günleriniz olacak.’ dedi. ‘Madem siz Allah için, din aşkı için, Peygamber (asm) sevgisi için yola çıktınız, yolunuz aydınlık olacak. Mübarek olsun.’ dedi. ‘Nesliniz de öyle olsun, mübarek olsun inşallah.’ dedi. ‘Sizleri ben nasıl bir ışık gibi, bir nur gibi tutup karşıladıysam, sardıysam şu gecenin sabahında; siz de size gelenleri böyle karşılayın, nurlu bir yüzle, neşeyle, sevinçle ağırlayın. Çileler çekeceksiniz, olsun… Ama zafere ereceksiniz sonunda. Merak etmeyin. Ölseniz de bu yolda şehitsiniz, kalsanız da gazisiniz, dert etmeyin. Dünya, iki kapılı bir konak. Geçip gideceksiniz. Yaşadığınız sürece çok güzellikler göreceksiniz. Bu yolun yolcusu, fakir olmaz. Bu yolun yolcusu, mahrum bırakılmaz. Bu yolun, bu hicretin mükâfatıdır bu.’ dedi. Daha birçok şeyler söyledi.”

“Hatırlıyor musun gerisini?”
“Nerde be hatun? Eski kafa kalmadı. Belki birazını daha düşünsem Rabbim hatıra getirir mi, bilmem ama hatırlatınca söylerim sana. Hah, hah, bir şey daha… Yerden bir şey aldı, topraktan bir parça. Sanki bir toprak parçası ya da yeşil bir çimen. Belki de bir çiçek. Gecenin karanlığında… Dedi ki: ‘Kalbinizde kine yer kalmasın. Sevgiye açık olun. Rabbim sizi her tehlikeden korusun. İmanınız kerim olsun. İleride güzel günler göreceksiniz. Sabredin. Zafere ereceksiniz.’

Aldı o toprağı, kalbime koydu, kalbimin içine koydu. ‘Artık sizin kalbiniz toprakla yoğrulmuştur, sevgiyle, şefkatle yoğrulmuştur.’ dedi. ‘Ben de bir nur katayım o toprağın içine.’ dedi. ‘Size gelen, kalbiyle gelsin.’ dedi. ‘Sizi ziyarete gelenlere kalbinizde yer açın.’ dedi. ‘Yeriniz yoksa da, kalbinizde yer verin.’ dedi. ‘Neyle verirseniz verin, kalbinizle alın, kalbinizle verin.’ dedi.

“Ne güzel rüyaymış bu. Hakikat gibi.”
“Ne sandın be hatun? Ben buna zaten rüya da diyemem ya. Çocuktum işte… Öyle dedim geçtim… Gerisini sen anla gayrı…”

Konuşmalarını kenardan dinliyordum iki ihtiyarın. Yaşlı nine de bir şeyler anlatmak için çaba sarfediyordu. Ancak onu dinlemeye vaktim yoktu. Ben de onlara bir hediye bırakmak istedim. Yola çıkınca uğradığım doktorun cümlelerini onların arasına âdetâ bir paket gibi bırakıverdim. O sevgi sözcüğünü… Doktor Sadık Bey’e: “Bosna’ya gidiyoruz” dediğimde, “Kalbini de beraber götür.” demişti.

Evet, bu sevgi dolu yüreklerin, bu Bosnalı muhacirlerin, bu iki insanın, gözlerimi kapayıp gördüğüm bu iki mübarek ve nurlu ihtiyarın, çınar ağacının altındaki sedirde oturmuş, eski günleri yâd eden, şimdi anavatanda eğleşen, sizden, bizden, birinizin belki de dedesi, ninesi olan bu iki ihtiyarın arasına, oraların hasretini ve doktorumuzun o güzel sözünü bırakıyorum. Kalbimizi aralarına koyuyorum.

Kalbimizi getirdik. Kalbinizde yer açın, kalbinize geleceğiz diyerek ‘Allah’a ısmarladık’ diyorum şimdilik gözlerimin önündeki bu hayâle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*