Bozulmaması gereken bir “sır”

Image
Yaz mevsiminin hararetinin tavan yaptığı bir vasatta, medeniyetten biraz uzak, Torosların serin ikliminde ata ocağı yaylalardayım.

Yeşilliğin ve Kudret Hazinesi zemin yüzünün her türlü nimetinin maddî ve mânevî bütün güzelliklerinin hissedildiği bir ortamda bu güzel Rahmet ayının mânevî ikliminden istifade etmeye çalışıyorum. Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği bu büyük nimeti fıtrî bir sakinlikte aile efradımın bütün fertleriyle yaşamaya çalışıyorum. Bu fırsatı ganimet bilip, önümüzdeki hizmet sezonu için mânevî bataryaları doldurma gayretindeyim. Kendime tatil ve izin vermeden, “şahsî mesaime” devam etmeye çalışıyorum. Elimde ve hedefimde şimdilik Külliyat’tan dört cild var: Barla ve Kastamonu Lâhikaları, Şuâlar, Tarihçe-i Hayat. Günlerdir bunlar üzerinde çok çeşitli konularda iç dünyamı nurlandıracak ciddî mütalâalar ve çalışmalar yapma gayretindeyim.

Bu araştırmanın bir ürünü olarak bu haftaki yazımda, siz değerli dostlarımla mübarek gün ve anların bereketi hürmetine bir “sahur dersi”nde, eski baskı Barla Lâhikası’nda olmayan, yeni tanzim Barla Lâhikası’nın 69. Mektub’una odaklanmama sebeb oldu. Saff-ı evvel kahramanlardan Santral Sabri Ağabey’in Üstada yazdığı bu mektupta, Nur talebelerinin arasındaki “şahs-ı mânevî”den gelen önemli ve müthiş bir “sır” açıklanıyor.

Evet, Nur’un ilk müştak talebelerinden, ilim, irfan sahibi Santral Sabri Ağabeyin feraset ve basiretinin nişanesi, samimî, kalbî ve ruhî hâlini gösteren, farklı ve anlamlı mektubuna bir göz atalım:
“Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam! Bilhassa dest ve dâmen-i mübareklerinizi bus edip (el ve eteklerinizden öpüp) her an ve zaman muhtaç bulunduğum daavat-ı üstadanelerini (duâlarınızı) niyaz eylerim. (…) ‘Neam sadakte, Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem’ (Evet doğru söylediniz ey muhterem Üstad!) kelimeleriyle icabet ediyorum. (…) Müsaade-i fazılâneleriyle (yüksek müsaadelerinizle) bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arz edeceğim…” (Barla Lâhikası, s. 120, Mek. No: 69)

Bu hürmet dolu girişten sonra Osmanlı terbiye ve nezaketini gösteren üstün bir saygı ifadesiyle kalbine doğan o müthiş “sırrı” açıklıyor muhterem Sabri Ağabey. Ve şöyle devam ediyor:
“Bendeniz, Nurların müştak (çok arzulu) müşterilerinde, daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-i fevkalâde (fevkalâde bir birlik ve uygunluk) görüyorum. Çünkü enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hükümferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin (hepsinin) ahlâk ve etvarı (tavırları) bir, umumunun tarz-ı telâkkisi (anlayış tarzı) bir ve yekdiğerine karşı ah-i lieb ve üm’den (annesi ve babası bir olan iki kardeşten) daha kavî bir rabıta-i hakikîye ile merbut (hakiki bağ ile bağlı), samimiyet ve hakikatperverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve halis, kardeşlikte takip ettikleri hat ve hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullâb-ı nuraniyenin (Nur Talebelerinin) bu harika hâllerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye (bilinmez bir birlik, uygunluk) sırasında görüyorum. Zira, İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den ilh. muhtelif beldelerden seçilip, her sınıfta mukayyet (kayıtlı) bulunan talebelerin aynı hassaları  (özellikleri) haiz olmaları, calib-i nazar-ı  dikkat (çok dikkat çekici) olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri. Sabri” (A.g.e.)

Evet mektubun bir kısmı bu. Tamamı, referans olarak gösterilen yerinden okunabilir.
“Nurların müştak müşterilerinde, daha doğrusu yanık talebelerinde bir tevafuk-i fevkalâde görüyorum.” tespitinin üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Cihan devleti Şanlı Osmanlı’nın gerçek mirasçısı Müslüman Türkiye’nin manevî çehresinin banisi, onarıcısı olan bu mukaddes davanın müntesipleri; bu inşaa ve yapılanmada da misyonlarının ve hizmetlerinin gereğini ancak bu gaybî “sırra” uyarak devam ettirebilirler.
“Müştak” kelime mânâsı olarak “bir konuda aşırı ve şiddetli istek arzu” anlamına geliyor. “Yanık Talebeler” tabiri ise, bu kudsî dâvâya baş ve gönül koyanlara verilen bir paye.
Risale-i Nur’un çok önemli bir özelliğini ifade eden, Üstad Hazretlerinin belki yüzlerce yerde kullandığı “inayet-i İlâhiye, hıfz-ı İlâhî, İkram-ı İlâhî, kerâmet-i Kur’âniye, mânevî kuvvet…vb” ifadeler de bu sırrın başka bir tezahürüdür. O zaman bu kudsî dâvâ dairesi içersinde istikamette kalıp hizmete devam etmek isteyenler, ancak bu çok önemli “sırrı” tam kavrayarak ve gereğini yaparak bunu başarabilirler. Bu “sırrı” bozacak her türlü hâl ve tavırdan uzak kalmak gerekiyor. Bu müthiş hali aynı şekilde devam ettirmek, bu “sırrın sırrı”na uygun hareket etmeyi değişmez hayat düsturu yapmak gerekiyor.
İlmiyle âmil ve fazıl bir zat olan Bedreli “Santral Sabri’nin” Üstadın yanında çok farklı bir değeri var: “Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî (yaratılıştan gelen işaret) var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade (nesebî akrabalıktan daha çok) bir karabet (yakınlık) kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. (İkinci bir Hulûsidir ve seçilmiştir) Cenâb-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.” (Barla Lâhikası, s. 50)

Evet, Cenâb-ı Hak tarafından bu kudsî hizmet için “seçilmiş” ve “tayin edilmiş” sıfatıyla taltif edilmiş olan bu farklı ve değerli şahsiyetin; kalbî ve ruhî tespitinden çıkan bu “sırrı” muhafaza edip, sürdürmek, bozmamak, bu davaya hizmeti geçenlere de bir vefa borcudur. Bu “sırdan” saptıracak her türlü yanlıştan uzak olmak bu dâvâ içinde olanlar için aynı zamanda çok ciddî ve kudsî bir sorumluluktur.
“Enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hükümferma olduğu şu asırda” bu çizgiyi müspet manada, kırıksız devam ettirmek, ancak inayete ve rahmete uygun hareket etmekle ve ona mazhar olanlara mümkün olur.
Bu “sırdaki” incelik ve tespitlere şöyle biraz daha yakından bir bakalım.
Kendisini davasına adayan hakiki her Nur Talebesinin ihtiyaç, arzu ve isteğinin gayr-ı şuurî bir şekilde aynı çizgide birleştiğinin kuvvetli bir tespitidir bu.
Ömrünü Nur’a adamış Nur Talebelerinin ahlâk ve tavırlarının inanılması zor bir şekilde birlik arz ettiğinin hak olan bir tespitidir bu.
Nur talebelerinin hepsinin büyük ölçüde bir ortak anlayış, kavrayış ve yorum birlikteliğine sahip olduğunun şahitliğidir bu!
Nur talebelerinin birbirlerine karşı ana-baba-kardeşliğinden çok daha sağlam bir bağla bağlılıklarının tescilidir bu!
Gerçek samimiyet ve hakperestliğin, birlikte yaşamanın ruh penceresinden, kalp gözünden manevi bir fotoğrafıdır bu!
Müspet mânâdaki semereli bir rekabetin ciddi ve halis hallerinin sonucu ve meyvesidir bu!
Hakiki kardeşlik yolunda takip edilen kırılmaz hattın, müspet hareketin tam bir mutabakatının tespitidir bu!

Bütün bu harika hallerin tesadüfen veya dünyalık bir terbiyeyle olması mümkün görünmüyor. Bu olağanüstü halin tek bir izahı var: Bu “sırda” gaybî bir hâl, mânevî bir uygunluk, İlâhî bir ihsan ve ikram görünüyor.

O gün de bugün de bu samimi fikrin, sarsılmaz iddianın ispatlanmış birçok örneklerini yaşıyoruz. Bu “sırrın” devamının olmazsa olmaz şartı: Şahs-ı mâneviînin fertleri ortasındaki samimiyet, ihlâs, tesanüd, metanet, sarsılmamak, savrulmamak, meşruiyetten sapmamak, muhabbet, saygı ve hürmet, hakperestlik, sabır ve iyi niyetti devam ettirmektir. “Kur’an” ve “sünnet” çizgisini kesintisiz devam ettirmektir. Ülkemiz, İslâm alemi ve camiamız için Rahmet-i İlâhiyeden niyazımız ve ümidimizdir inşaallah budur.

Mektupta geçen “İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den” olan Nur talebelerindeki bu tevafuk, uygunluk ve bağlılık gibi; şimdilerde Amerika, Avustralya, Rusya, Mısır, Suudi Arabistan, vb. dünyanın her köşesinde bulunan ve bu davayı omuzlayan her kademedeki Nur talebelerinin aynı özellikleri taşımaları çok dikkat çekicidir. Nefsî ve şeytanî heveslerle bu “sırrı” bozmamak dilek ve temennisiyle…

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*