Bursa’dan Bosna’ya…

Kış aylarında gazetemizde çıkan ilânlarda, Mart ayında Bosna’da Üstadı yâd etme programı yapılacağını ve bunun için de, cemaatle gidileceği bildiriliyordu. Biz de, mümkün olduğunca cemaatî her faaliyete katılmaya gayret eden biri olduğumuzdan, gitmek için heveslendik, ama işte mümkün olmadı, olamadı…

Bizim bu heveslenip de gidememiz, kızım Fatma Nur’a dert olmuş. O kış mevsiminde, ileri tarihli kampanya bileti alıp, ailece 21 Nisan’da Saraybosna’ya gitmek üzere kendimizi ayarladık.

Seyahat tarihi geldiğinde, ailece Bosna’ya (İstanbul üzerinden gitmek üzere) Bursa’dan hareket edip, yolculuğa başlamış olduk. Tarifeli THY uçağı ile gidecektik, ama maalesef çoğu zaman olduğu gibi yine uçağımız bir saat rötarlı kalkabildi. (Dönüşte de yine THY uçağı ile Saraybosna Havaalanından iki buçuk saat tehirli kalkabilmiştik.)

İstanbul’dan kalkan uçağımız, bir buçuk saatte Saraybosna Havaalanına indi. Şehrin merkezine doğru giderken, Üstadın “Rumeli bostanı” diye vasıflandırdığı toprakların, gerçekten de aynen öyle olduğunu müşahede etmeye başladık. Yani, bizim kıraç Anadolu topraklarına, iklimine karşı, burada yemyeşil manzaralarla karşılaştık. Tabiî, baharın da yeni yeni tezahür eden san’at eserleri, buna ayrı bir temâşâ hususiyeti ilâve ediyordu. Dikkat ettik, gerçekten de Bosna o kadar Bursa’ya benziyordu ki, şaşırdık. Bunu daha sonraki günlerde, özellikle baş çarşı ve civarını gezerken daha iyi hissettik.

Bizden bir ay önce, kalabalık bir grupla oraya giden arkadaşlarımızdan eli kalem tutanlar, birçok şeyini yazdı Bosna’nın. Onun için biz bu tür malûmatları yazmaktan ziyade, kendi gördüklerimizi, hissettiklerimizi ifade etmeye çalışacağız.

Kosova şehidi, Osmanlı Padişahı Sultan Murad-ı evvel, tâbir-i diğer Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigâr’ın bu toprakları fethetme ve bu uğurda da şehid olmasına mukabil, artık buralar fethedilmeye, buralarda İslâmın i’lâ ve yerleşmesine sebep olmuştu. Bir taraftan Anadolu içlerinden “evlâd-ı fatihan” denilen insanlar buralara getirilip yerleştirilirken, bir taraftan da İslâmın insanlığa bahşettiği güzellikleri gören oranın birçok milletleri de İslâm ile müşerref oluyordu. Bu milletlerden biri de, Boşnaklardı. Onlarla komşu ve aynı ırktan olan Sırplar ile Hırvatlar pek yanaşmazken, Boşnaklar İslâmiyeti kabul etmiş, Avrupa’nın içlerindeki Müslüman millet olma özelliğini göstermişti.

İşte bu yüzden, başta Sırplar olmak üzere diğer kavimler tarafından rahatsız edilmişler, en son da malûmunuz, Bosna Savaşında binlerce insanı ya ölmüş, ya sakat kalmış, ocaklar sönmüş, insanlar perişan olmuştu. İşte bu savaşın izlerini, Sırp hainlerinin acımasızlığını her tarafta görmek mümkündür. Hâlâ birçok binada bomba ve mermi izleri müşahede edilmektedir.

İlk gün, hemen baş çarşıya yakın bir yerde bulunan otelimize yerleştik. Burada bizim canımızı sıkan bir şey oldu. Zaten hazzetmediğimiz alafranga tuvaletler vardı burada. Fakat taharet musluğu yoktu, şaşırmıştık buna. Meğer bütün Avrupa’da böyle imiş. Neyse, otelden dışarı çıkarak baş çarşıyı gezdik. Gerçekten de Bursa’ya çok benziyordu. Camileri zaten ilk gördüğümüzde “Müslüman Bosna” demiştik. Cami çok maşaallah. Namaz kılmak için gittiğimizde bazı camilerde ezan canlı olarak okunurken, bazı camilerde banttan okunduğunu müşahede ettik. Bunun pek uygun olmadığını, ezanı bizzat okumanın sünnet olduğunu söylediğimizde, bir-iki camide, fetva aldıklarını söylediler. Tabiî kendimiz Boşnakça bilmediğimizden tam anlatamadık. Camilerin içinde hâlâ yeşil sancak bulunmakta. Eski mezar taşlarında sarıklı taşlar göründüğü gibi, bazı yeni mezar taşlarında da bunu gördük. (Hâlbuki bizim yeni mezar taşlarımızda bunlar yok. Mezar taşlarını dahi laikleştirmiş bizim düzenbazlar.)

Ertesi gün kiraladığımız bir arabayla Mostar’a gittik. Allah’a şükür, arabanın şoförü Türkçe biliyordu. Bize rehberlik de yaptığı için zorlanmadık. Bizim “Saraybosna”, onların da “Sarayova” dedikleri başşehirlerinden Mostar’a giderken de, gelirken de gördüğümüz manzara, yeşillikler, nehirler çok güzeldi. Meşhur Mostar Çayını ve köprüsünü gördük. Hırvatların savaşta bombalayıp yıktığı orijinal Osmanlı köprüsünün yerine aslına uygun ve eski köprüden bulunabilen bazı parçalar da konularak yeni bir köprüyü yine bizim milletimiz, yani Türkiye yapmıştı. Mostar’da da yine camiler çoktu. Orada da bombalanan evleri gördük.

“Türbe” denilen bir mevkiden bahsetti şoförümüz, oraya gittik. Aman Allah’ım! O ne manzaraydı öyle? Dikine çıkan koca bir dağ ve onun altından kaynayarak aşağılara doğru akan bir çay. Tam da Üstadın Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat misâllerinin müşahede edileceği bir yer. Orada, “Bakın, bu akan suyun bir günlük sarfiyatını toplasanız buz yapsanız bu dağdan büyük olur” diyerek onları tefekküre davet ettim. Hepsi şaşırdı ve “Böyle bir şeyi düşünmemiştik, gerçekten çok enteresan bir şey” dediler. “İşte bu Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünün bir tezahürüdür” dedik. Oradan ayrılınca şoförümüz, çok güzel bir şelâleden bahsedip, oraya da gitmemizi söyledi, gittik ve gördük. Tam yanına kadar gidemediysek de, çok güzel bir manzara vardı. Oradan “Osmanlı köyü” diye bilinen bir köye gittik. Güzel ve Osmanlı usûlü bir köydü, içinde hamamı dahi vardı. Camiinde ikindi namazını kıldık. İmam bize, bu caminin de Sırplar tarafından bombalandığını ve yeniden yapıldığını söyledi. Hatta o tarihî caminin harabeleri arasından çıkarılmış parçalarını da gösterdi. Bir açık hava müzesi gibi, caminin bahçesine koymuşlardı o taşları.

Bosna’da bizi en çok sevindiren işlerden biri de; Yeni Asya’nın; Saraybosna Üniversitesi’ndeki ve daha sonrasında da, bizim de iştirak ettiğimiz İzmir programında bulunan ve kendisiyle bizi Nejat Eren Hocamızın tanıştırdığı Saraybosna Üniversitesi profesörlerinden ve aynı zamanda Bosna’nın millî şairi de olan Cemalettin Latiç ile telefonlaşıp, buluşarak muhabbet yapmamız oldu. Fatma Nur’un İngilizce tercümanlığı ile 1-2 saat sohbet ettik. Bizi, cemaat olarak çok seviyor. Her yerde söylediği gibi, yine orada da tekraren “Bediüzzaman Said Nursî sadece sizin değil, bizim de Üstadımız” dedi. Çok şeyler konuştuk. Yine lâfın arasında “Bosna sizin. Bosna Osmanlı. Burayı siz fethettiğiniz gibi, yine bizi siz kurtaracaksınız!” dedi. Ben de “Tabiî bu zamanda bunu yapacak Kur’ân ve onun asrımızdaki tefsiri Risale-i Nurlardır” dedim. Orası için çalışmamızı, gayret etmemizi söyledi. Kendisinden gazetemiz Yeni Asya’da, hiç olmazsa ayda bir de olsa yazı yazmasını rica ettik. Daha önce de Nejat Hoca ile İzmir’de kendisine tercümanlık yapan Tamer kardeşin de aynı teklifi yaptığını söyleyerek, ancak Boşnakça yazabileceğini, tercüme işinin nasıl olacağını söyleyince, aklına birden İstanbul’da yaşayan bir Boşnak geldi. Beni telefonla görüştürdü. Bakalım bu mümkün olursa, Latiç de gazetemizde yazmaya başlar inşaallah. Bizi evine yemeğe dâvet etti. Hanımının bize Boşnak yemekleri yapacağını söyledi. Biz de vaktimizin olmadığını, ertesi gün döneceğimizi söyleyerek teşekkür edip ayrıldık.

Batının insî şeytanlarının plânı gereği, bütün Müslüman beldelerde yapıldığı gibi, Bosna’da da aynı taktik güdülmüş, orayı tek başına muhtar halde bırakmamışlar, Sırbistan, Hırvatistan gibi müstakil bırakmamışlar…

Bir günümüzü, Bosna şehir turuna ayırdık. Caddelerde, sokaklarda gezerken bir şey dikkatimizi çekti. Özellikle kavşaklarda, karşıdan karşıya geçerken arabalar hemen durup yayalara yol veriyordu. Avrupa’da böyle olduğunu duymuştuk. Demek Bosna da bir Avrupalı hassasiyetine sahipti. Tabiî, bizdeki durum gözümüzün önüne gelince, bizimkilerin böyle bir durumda gereken hassasiyeti ve bu saygıyı göstermeyip, arabalarını insanların üzerine sürmesi aklımıza gelince, taaccüb ettik. Saraybosna’da Müslüman Boşnak’lar ve Hıristiyan Sırp ile Hırvat’lar beraber yaşadığı için sokak ve caddelerde çeşitli insanlarla karşılaşıyorsunuz. Özellikle İslâmın sembolü, alâmet-i farikası olan başörtülü kadınlar bizleri görünce gözümüzün içine bakıyorlar. Biz de onları fark edip “Selâmunaleyküm” deyince nasıl sevinip mukabelede bulunuyorlar bir görseniz. (Aynı şekilde yıllar önce Özbekistan’a yaptığımız seyahatte de bunu müşahede etmiştik. Orada da, kadın-erkek herkes birbirine “Selâmunaleykum” diyordu. Ama hem veren hem alan selâmı aynı veriyordu. Yani karşıdaki “Aleykümselâm” değil, o da “Selâmunaleyküm” diyordu.) Bir de, tanıştığınız kimselerle bir arada bulunup ayrılırken “Allah emanet” diyorlar. Yani “Allah’a emanet ol” deriz ya biz, o manâda.

Orada, 37 katlı gökdelenlerine çıkıp çay içerek, şehri yüksekten seyrettik. Savaş sırasında meşhur olan tüneli gezdik. Aliya İzzet Begoviç’in kabrini, şehitliği ziyaret edip, onlara Fatihalar okuduk. Bosna’daki meşhur çeşmenin önünde resim çekildik. (Daha sonra Bursa’ya geldiğimizde, orada yapılan o çeşmenin aynısı olan ‘Bosna Çeşmesi’nin önünde de bir resim çekildik.) Dedik ya, Bursa ile Bosna birbirine benziyor diye. Diğer vilayetlerden Bosna’ya giden kardeşlerimiz, bizim hissettiklerimizi hissetmemişlerdir tabiî bu özellik ve benzerliklerden dolayı.

O akşam, otelimize yakın baş çarşının üzerinde bulunan küçük bir camiye akşam namazı kılmak için gittim. Akşam ezanını bizim okumamızı istediler. Lisanlar aynı olmasa da, ortak dinî lisanımız bir olduğundan kolay münasebet temin etmiştik.

Paralarına kısaca “km” diyorlar. Ben de, bir şey alacağımız zaman bazen takılıyordum “Kaç kilometre bu?“ diye. Fakat paraları bizim paradan kıymetli. Yaklaşık 1 km 70 kuruş falan yapıyor. Benzin fiyatı, petrol çıkmamasına rağmen bizim yarı fiyatımız.

Aklımızda kalanları nakletmeye çalıştığımız bu Bosna seyahatinden sonra artık son günümüze de gelmiştik. İçimiz buruk olarak ayrılıp Türkiye’ye döndük.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*