Büyükler de ölümlüdür

Son zamanlarda özellikle siyâsî değişimlerin önümüze koyduğu tablolardan biri, bazı fertlerin yüceleştirilmesine yönelik eğilimler oldu. Çok büyütülen yöneticiler, parti ve ülke liderleri, kahramanlar tarih boyunca insanların hayatının bir parçası olmuş. Bu belki de ferdin varlık karşısında hissettiği acziyetin bir çözümü olarak kendinde olmadığını düşündüğü gücü ön plana çıkan ferde atfederek bir tür güven arayışı.

Bu aslında geçici bir çözüm ve kısa süreli bir deva gibi gözükmekle birlikte özellikle bütün fertlerin fani olması ve ölüm karşısında herkesin net acziyeti, bir gün tutunulan bu dalın da elden gideceğini adeta yüzümüze çarpıyor. ‘O ölmedi!’, ‘İçimizde yaşıyor’ türünden ifadeler bu durum karşısında beyhude çırpınışlar olmalı. Tam bu noktada daha gerçekçi olan şu ifadeler dilimize geliyor: “Faniyim, fani olanı istemem. Acizim aciz olanı istemem. İsterim fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim…”

Varlık âlemi içinde temel problemi varlığı ve kendini tanımlamak olan fert, çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri, günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır.

Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-ı Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa, yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler, bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Bir kaç yıl önce Arjantin’de Maradona isimli futbolcunun doğum gününde taşkınca kutlamalar ve şahsın peygamber ilân edilmesine kadar varan ölçüsüzlükler, ruhların derinliklerinde bu hâli barındırıyor olmalıdırlar. Yine gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi hatta ilâhçıklar hâline dönüştürülmeleri, varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır.

Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet, Halık-ı Külli Şey’ ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum, benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Âdem’den (as) Hazret-i Muhammed’e (asm) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hâl olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (asm) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın (asm) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hâl benliğine, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil Halık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli Şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır.

Fena duygusunun çaresi olarak verilmiş savunma duyguları istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakîm üzerinde olduğunda ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine sınırlı ve maddî dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur.

Özünde acz ve fakr olan fert, bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda büyük görme, yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye ve büyük görülmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zat-ı Zül’cemal ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed’dir (asm). Ancak ebedî âleme göçü esnasında onun (asm) da fani olduğunu kabullenmekte zorlanan Hazret-i Ömer’e (ra), itidal ve istikamet insanı Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) net ikazının da kulaklarımızda çınladığı ve yankılandığı mânâdan anlaşıldığı gibi, o da (asm) fanidir ve ona (asm) olan muhabbet de Rabbi nâmına olmalı ve âlemlere rahmet olan o zâta (asm) da bakış harfî olmalıdır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*