Çağının hükümdarlığından, çağ açan Fatih olma yoluna giden sır

Müjdelerle gelen fetih, Konstaniyye’yi açan Fatih üzerine hadisenin gerçekleştiği andan bugüne nice güzel kelâm edilmiş, kalemlerden inciler dizilmiş, nağmelerle ruhlara süzülmüştür. Halbuki bildiğimiz bir şeyin tekrarı beşerî faaliyetler için çoğu zaman geçersizdir, usandırır. Ne var ki, bu hadisede ahval tersine işler. O ruhu hangi vesaitin yardımıyla yakalasak tekrarından haz alırız. Kâh Akşemseddin’in şahsında fethin manevî mimarisinin şahikalarında gezinir, kâh Fatih’in o sarsılmaz idealinin zirvelerine ulaşır, bazen de Ulubatlı Hasan misali, surlara bayrak dikeriz.

Fetih ne sadece Fatih’in dehasının ürünü, ne tek başına evliya duâ ve gözyaşlarının ve ne de cihad yolunda gazilik ve şehadeti en yüce makam bilen askerlerindir. Fetih külliyen bütün bu unsurlardan mürekkep ve imtizaç etmiş bir hatimedir. Topkapı’dan içeri giren Fatih’e “Padişahım bu şehri bizim duâlarımız sayesinde aldın” diyen dervişe padişahın “Sen de bu kılıcın hakkını unutma” demesi ne kadar mânidardır.

21 yaşında çağın fatihi olma ünvanına ulaşmak için çocukluğundan bu yana çok sıkı bir terbiyeden geçmesi lâzımdır ki nihayet öyle de olmuştur. Terbiyenin elifbasına ona verilen isimle başlanmıştır. Hz. Muhammed’den (a.s.m.) mülhem ve saygı nişanesi olarak galat olarak takılan Mehmed isminde, Peygamberimize (asm) lâyık ümmet ve o müjdeye mazhar olsun duâsı ve niyetinin izlerini bulmak mümkündür. Sonra doğduğu ev ve muhitin ve ilk muallimi olan anne ve dadısının telkinleriyle gaza ve cihad idealiyle şekillenen kişiliği Baba 2. Murad’ın plân ve programıyla karakter kıvamına ulaşmıştır. Osmanlı padişahlarının şehzade sancaklarına çıkıp devlet işlerinde yetiştirilmesi geleneği ötedenberi bir devlet teamülüdür. Ancak onun bundan daha fazlasını yapıp kendi rızasıyla tahttan çekilerek, 12 yaşındaki oğlunu başa geçirmesi aslında bir bakıma fethin ilk adımıdır. Evlâdın yolunu açmak, ona tam güvenmek devlet işlerinde erkenden pişirip, otoritesini kabul ettirmeye imkân veren bir anlayıştır bu. (Arabasının anahtarını bile çocuğuna vermekten korkup sonra da bu nasıl yuva kurup ev idare edecek diye serzenişte bulunan babaların kulağı çınlasın.) Padişahı böyle bir tercihe iten asıl saik Hacı Bayram-ı  Veliden aldığı beşarettir. Oğlunun, geleceğin Fatihi olacağını öğrenmiştir. Kendisi de kendinden önceki bütün İslâm hükümdarları gibi bu sevdayla sevdalanmıştır. Sorar mürşidine; “Acaba bu şerefe nail olacak mıdır?” Gelen cevap padişah açısından menfidir gerçi, ama aynı zamanda mesrur edici, ümit vericidir. “İstanbul’un fethini ne sen ne de ben göremeyeceğiz, lâkin şu benim köse (Akşemseddin) ile beşikteki şu şehzadeye nasip olacak” demiştir koca veli. O halde bundan böyle bir baba olarak kendisine düşen vazife; şehzadesinin maddî ve manevî yönden tam mücehhez ve hükümdarlığın bütün rükünlerini lâyıkıyla yerine getirecek şekilde yetişmesini sağlamaktır. Devrin en seçkin hocalarına, âlimlerine teslim edilir küçük şehzade. ‘Eti senin kemiği benim’ kabilinden. Hocası Molla Gürani’nin talebesinin tembellik tozlarını silkelemek için her daim kapı arkasında kızılcık sopası bulundurmasının asıl sebebi babanın sıkı tembih ve öğütlerinden dolayıdır. Bu büyük âlim, şehzadenin sadece Kur’ân ve tefsir hocası olmakla kalmaz, onun feth-i mübin uğruna feda ettiği uykularına ve emeklerine uygun bir cereyan verir. Âlimlik ve cihangirlik yetmez, aynı zamanda ehl-i kalb ve feraset sahibi olmalıdır ki feth-i mübin ona nasip ve müyesser olsun. Maya tutunca gerisi kolaydır ve öyle de olmuştur. Bundan sonrası baş döndürücü hızla gelişir. Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca olmak üzere beş dili lisanın bütün inceliklerine vakıf olarak öğrenir. Harp ve askerlik sanatını, devlet ve siyaset tecrübesini kazandıran ilk hocası Vezir Zağanos Paşadır. Molla Zeyrek, Temcidoğlu, Kasapzade İbrahim, Molla İyas, Çelebizade Mehmet, Molla Hüsrev, Hocazade Muslihiddin gibi âlimlerin katkılarıyla dinî ilimlerin tamamından, Tarih felsefesine, edebiyat, coğrafya, matematiğe hasılı bütün ilimlere kemal noktada vakıf olmuştur. Eğitiminde dikkat çeken önemli bir ayrıntı ise İtalyan ve Rum hocalardan da ders almış olmasıdır. 15. yüzyılda ilmi taassubun pençesindeki Avrupa’nın yanıbaşında böyle bir hoşgörüye sahip olunması da ayrı bir üstünlüktür. Bu anlayış fetih hazırlıklarında da kendini gösterir. Top dökümünde görevlendirdiği Saruca Sekban ve  Mimar Muslihiddin’in yanında bir Macar Urbanın varlığı bundan dolayıdır. Fatih tarihe aynı zamanda “mucid padişah” olarak da geçmiştir. Havan  topunu icad etmiş, Şahî adı verilen surları parçalama gücüne sahip ilk büyük toplar döktürmüş, ilk roket ve ilk zırhlı gemi örneklerini uygulamaya koymuştur. Sanki fantastik bir film kahramanından bahseder gibi olsak da biliyoruz ki, bu ne film ne de hayal ürünüdür. Gerçeğin ta kendisidir. İnsanın kendisine verilen kabiliyetler toplamını kâmil manada işletmesiyle nasıl yükselebildiğinin müşahhas bir örneğidir Fatih. Bir keresinde: “Benim kudretimin ulaştığı yere onların hayalleri bile yetişemez” demesi enaniyetinin değil, intisabıyla kemal bulmuş bir imanın şahsında gaye-i hayal denilen dâvâya dönüşmesinin gayri ihtiyari dilden dökülüşüdür.

İSTANBUL’U FETHEDEN FATİH, FATİHİ FETHEDEN İSE AKŞEMSEDDİN’DİR

Padişah 2. Mehmed’i Fatih olma vasfına eriştiren ve yukarıda saydığımız donanımı kalbi bir terbiye ile vasat noktada kullandırma maharetini kazandıran, feth-i mübini kulağına her fırsatta fısıldayarak maneviyatının kırılmasına müsaade etmeyen; “Cihada var, ben de senin bile gelürüm“ deyip, desteğini bir an olsun bile esirgemeyen bir yüce insandır o. Nice devletlere kafa tutan büyük cengâver olacak, ama aynı zamanda adil olup zulmetmeyecek, ilmi münâzaralara katılıp hocalarıyla fikir mütalâasında bulunacak, ama enaniyet sahibi olmayacak, iktidarının şahikasındayken derviş meşrep olup bunlara meyl etmeyecek; “Bir şaha kul oldum ki cihan ona gedadur” deme şuuruna erişecek kıvama getirecek kemâlâtı doz doz şırınga eden bir maneviyat-ı ameliyat-ı cerrahiyyenin hazık bir hekimidir.

En güvendiği, ilminden ve bağlılığından şüphe etmediği devlet ve ilim adamlarının tökezleyip ümitsizliğe düştüğü anda sarsılmaz bir ümitle yanında hep o var olmuştur. Nihayet sabahlara kadar gözyaşları içinde daldığı murakebeden fetih sabahını müjdeleyip askere hücum emrini vermesini tavsiye eden de odur. Padişahı düşmek üzere olduğu ümitsizlik ve hata girdaplarından bir sözle çekip çıkaran da yine o: “Sen seni sair halk gibi zannetmeyesin. Islâh-ı memleketten gayrı nesneye iştigal göstermeyesün” deyip uyaran.

İşte bu yüzdendir ki hükmüyle dünyayı titreten Fatih’in mürşidi karşısında boynu büküktür. “Bu pîr’e hürmetim ihtiyarsızdır yanında heyecanlanırım ellerim titrer. Sair şeyhlerin ise benim yanıma geldiklerinde elleri titrer” demekten kendini alamaz. Fetih günü surlardan içeri girme şerefini de hocasıyla paylaşır. Orduyu istikbal eden Bizans yerli ahalisinin yaşlılığından ötürü padişahı o sanıp çiçek demetlerini uzatmalarına gülerek; “Her ne kadar padişah ben isem de fethin gerçek sahibi odur” deyip teveccühü yine ona yöneltmesi bu yüzdendir. Fetih sevincine mürşidini ortak etmekten de yine büyük haz duyar Fatih: “Bu ferah ki ben de görürsüz, yalnız bu kal’a fethine değüldür. Akşemseddin gibi bir aziz benim zamanımda olduğuna sevinirim” demiştir. Akşemseddin, Fatih’in bundan sonra da cihangirlik misyonunu devam ettirmesinde en etkili bir amildir. Padişahın tac ve tahttan feragat edip dizi dibinde bir derviş olma teşebbüsünü durdurmak için, “Senin yerin salik olma değil malik olma makamıdır” der. Demekle de kalmaz bu eğilimin önünü almak için sırra kadem basar ansızın. Önce Taraklı sonra  Göynüğe yerleşir. Mekândan uzaklığın ne ehemmiyeti var. Oradan da manevî destek ve duâlarını esirgemez koca Pîr.

Hasılı İstanbul’u fetheden komutan güzeldir. Böyle güzel insanlar içinde yetiştiği için, sebeplerin tesirini atlamadan her birinin hakkını vererek tam bir selâhiyet ve hükümranlıkla donandığı için. Güzeldir; bunu kendi kabiliyeti bilmeyip Allah’ın bir lütfu ve nasibi olduğu bilincinden gaflet etmediği için güzeldir: İlâ-yı kelimetullah sancağını şerefle taşıdığı için.

“ İmtisali cahid-ü fillah olupdur niyyetüm.
Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.
Enbiya vü evliyaya istinadum var benüm
Lütf -i Haktandur heman ümmid-i feth-u nusretim.
Nefs ü mal ile n’ola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazaya sadhezaran rağbetüm
Ey Muhammed mu’cizat-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umarum galib ola a’da-yı dine devletüm”

Sözün bittiği yerdir burası. Niyeti böyle olana nusretin hızla gelmesinin mukadder olması şaşılacak bir şey değildir.
Ve onun askeri de güzeldir. Bu ruh ve anlayışla donanmış, en üstün harp teknikleriyle eğitilmiş, gaza ve cihad idealiyle yanıp tutuşmuş, gücünü Allah’ın aslanı Hz. Ali’den, müjdeyi ve desteği Hz. Peygamberden (asm), makamı ecr ve mükâfatı şehidlik ve gazilikle Cenâb-ı Erhamürrahiminden alan bir orduya ne Hayber’in kapısı dayanır, ne Konstantinopolis’in. Bundan sonrası teferruattır. İsmi ha Ulubatlı Hasan olmuş, ha Balaban Çavuş, Ezineli Yahya Çavuş ya da Seyyit Onbaşı. Ne fark eder? Her biri bu ruhu yaşatan sembol isimlerdir. “Sura çıkan Ulubatlıdır, değildir”in ne önemi var? Ya da zaten sura bayrak dikmek bir efsanedir demenin. Millet hafızasında yerleri kahramanlık nişanesi olarak taptaze yaşar gider. Hem Lillah için olmayan hangi dâvâ uğruna belki de hiç oturamayacakları, sefa süremeyecekleri bir şehrin mazgallarında, siperlerinde, surlarında yağlı katranlar, koca kayalar, güçlü düşman ordusu üzerine yağmur gibi yağarken, can pazarına çıkıp serden geçmenin izahı nasıl yapılır? Biz bunu anlatmaktan aciziz. Cengin, ne aşkına yapıldığını anlamak ve bir nebze olsun o ruhu yakalamak için size tavsiyem, aşağıdaki şiirin satırları arasında kaybolmak. Hatta bununla da yetinmeyip en yakın bir ulaşımla nağmelere bürünmüş haliyle mehter marşı olarak dinlemek.

İSTANBUL’U FETHEDEN YENİÇERİYE GAZEL

Vur pençe-i alideki şemsir aşkına,
Gülbang-i asmani tutan pir aşkına,
Ey leşker-i müfettehü’l -ebvab vur bugün
Feth-i mübini zamin o tebşir aşkına,
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl için,
Gelmiş bu şehsüvar-i cihangir aşkına,
Düşsün çelengi Rum’un, eğilsün ser-i Frenk,
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına,
Son savletinle vur ki açılsın bu surlar
Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına

Akşemseddin Mahallesinin hikâyesi

BUGÜN İstanbul Emniyetinin de içinde olduğu işlek cadde ve yoğun yerleşimle çevrili Akşemseddin Mahallesinin kurulmasının da bir hikâyesi var. Fetihten sonra ki üç gün içinde gözden kaybolur Akşemseddin. Ararlar, sorarlar en nihayet Edirnekapı civarında bir odacıkta uzlete çekilmiş bulurlar. Büyük âlim oraya bir mescid yaptırır ve İstanbul’da bulunduğu sürece de hep burada ikamet eder. Fethin manevî mimarı o hassas vazifede en ön saflardadır. Ancak görev bitiminde tekrar aslî makamına dönmüştür. İşte onlar durması gerektiği yeri iyi bildikleri için de ayrıca büyüktürler.

Vezirliği neden kabul etmedi?

Afacan bir çocuk olan Fatih’i ilk terbiye eden ve hayata hazırlayan Molla Gürani Hazretlerine Fatih’in hürmeti sonsuzdur. Yaptığı hizmetlere mükâfeten onu vezirlik makamına getirmek ister. Mevcut hiyerarşinin tersine dışarıdan yapılan bu atamadan dolayı, bu makamı bekleyen çok kişinin önüne geçileceği, bunun da idarecilerdeki şevki kıracağı, bundan da asıl zararı yine padişahın göreceğini söyleyerek kabul etmez. Fakat o ilmiye sınfının bütün payelerinde sırasıyla görev alır. Kazaskerlik, müderrislik ve Bursa kadılığı ve en nihayet 4. Osmanlı Şeyhülislâmı olmuştur. Bir ara Mısır’da ikamet etmişse de Fatih’in gözyaşları içinde yazdığı mektuplar, rica ve minnetler üzerine tekrar geri döner. Saraydan uzak kalmayı bayram ziyareti dahil olmak üzere prensip haline getirmesi, vezirlere ismiyle hitap etmesi gibi tavırları dikkat çekicidir. Cenaze namazını vasiyeti üzere 2. Bayezid kıldırmıştır. Kabri Fındıkzade durağının bitişiğinde kendi yaptırdığı mütevazi cami önündedir, kimbilir? Bakıp görmeden yüzlerce kez önünden geçilmiştir.

Kendi yaptırdığı üniversiteye imtihansız kabul edilmeyen padişah

SAHN-I Seman Medresesi fetihten sonra kurulan ilk üniversitedir. Fatih’in kurucusu olduğu üniversitede kendisine bir oda tahsis edilmesini ister. Müderrisler kurucu da olsa, ne talebe ve ne de profesör payesi olmadığı için imtihana girmeden bunun mümkün olamayacağını söylerler. Padişah tereddütsüz diz çöker ve her branştan yapılan yeterlilik sınavından sonra ancak üniversitedeki odasına yerleşir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*