Çanakkale geçildi!

“Çanakkale içinde aynalı çarşı / Ana ben gidiyom düşmana karşı” dedi; Mehmed’ler, Abdullah’lar, Hasan’lar, Hüseyin’ler, Ali’ler, Veli’ler. İsimler ortak, ama ırk farklıydı. Kimi Türk, kimi Kürt, kimi Arab, kimi Laz, kimi Arnavut. Fakat gaye bir, gönül bir. Bunları bir araya getiren bu “bir”liklerin başında gelen şey ise, din ”bir”di.

Kendisi de bir Çanakkale gazisi olan rahmetli dedem Ganioğlu Osman beyin anlattıklarını dinlemişimdir çocukken, gençken. 1306 (1890) doğumlu olan dedem, “Evlâdım, ben 326’da askere gittim. (1326 M. 1910) O zaman askerlik dört seneydi. Fakat, ben askerken başlayan; Balkan, Trablusgarb, 1. Dünya, Çanakkale ve İstiklâl muharebeleri (savaşları) neticesinde, tam 13 sene askerlik yaptım. Cumhuriyet ilân edildi ondan sonra terhis olduk” derdi. İşte bunların en mühimlerinden olan Çanakkale savaşlarının hafızalarda bıraktığı yer, anlı-şanlı hatıralar, kıssalar, menkıbeler ayrı bir yer tutar.

Osmanlı mülkünün çeşitli yerlerinden kalkıp gelmişlerdi. Aslında, ne Çanakkale’nin neresi olduğunu bilirdi çoğu, ne de aynalı çarşı neredeydi, onu da bilmezlerdi. Cihad-ı Ekber ilân edilmişti bir sefer. Halife efendimizin emriydi. Zalim düşman yüklenmişti boğaza, geçecekti geçmeye çalışıyordu. Hani Akif’in, “Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?” dediği Çanakkale Boğazını geçmeye gelmişlerdi. Onlara göre bu basit bir şeydi. Yedi düvelle mücadele, mücâhede eden Osmanlı, Çanakkale Boğazını müdafaa edecek güçte olmayabilirdi. Askerleri Osmanlı’dan kat kat fazla, silâhı, teçhizatı, her şeyi o zamanın en son sistemiydi. Dağları devirirlerdi. Boğazı geçmek ne ki, dev gemileriyle, sağı-solu bombalaya bombalaya, rahatlıkla geçer, İstanbul’u bile alırlardı.

Fakat, bilmedikleri, düşünemedikleri bir şey vardı. Onların topuna, tüfeğine, teçhizatına karşı duracak, onları Çanakkale’den geçirmeyecek bir iman bendi vardı. O iman, o göğüsleri öyle bir çelik haline getirmişti ki, onu delip geçecek bir silah, onlarda bulunmuyordu. En kesif orduların dördü beşi yüklenmişti. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ olan o çapulcu, yağmacı, müstemleke bozukları, Çanakkale’yi geçememişti. O iman, onları geçirmemişti. Şanlı ecdad, gazi olmuş, şehid olmuş Çanakkale’yi geçirmemiş, onları ya boğazın derin sularına gömmüş, ya da geldikleri gibi geri göndermiş, harim-i ismetini çiğnetmemişti.

Ama sonra, savaştan, cihaddan sonra, o şanlı ecdadın yaptıklarını boşa çıkarırcasına faaliyetlerle, milletin uğruna savaştığı dinine, dinî değerlerine taarruz başlamıştı. Yerli-yabancı hainler, savaş meydanında yapamadıklarını, artık rahatça yapabilecekleri bir vaziyete kavuşmuşlardı. Geçilmez olan Çanakkale geçilmiş, İstanbul geçilmiş, hıyanet, denaet ve her türlü alçaklık Anadolu’nun en ücra yerlerine kadar sirayet etmişti.

Eğer Cenab-ı Hak, bu milletin imdadına Bediüzzaman Said Nursî gibi bir halaskâr-ı dini yollamasaydı, milletin hali nice olurdu acaba? Her türlü menfî ve yıkıcı cereyanlara karşı duran, onun Nur Risaleleri sayesinde bu millet ayakta duruyor, batmıyordu elhamdülillah. Çanakkale’deki şehidin ruhu, ancak bu sayede rahat ediyordu.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*