Cehalet en büyük problem

Aslen Malezyalı olan ve İngiltere’de yaşayan Şeyh Ali Abdülkadir, ‘namaz tesbihatı’ vesilesiyle Risale-i Nur eserleriyle tanışmış. Bilmediğini bilmemenin, yani cehaletin en büyük problemlerden biri olduğunu belirten Şeyh Abdülkadir, “Bazen yanlışı doğru zanneden bir Müslüman; bilmediğini itiraf eden bir gayr-i Müslimden daha tehlikeli olabiliyor” diyor.

Cehalet en büyük problem

Geçtiğimiz günlerde, “yurt dışından misafirlerimiz var” denilerek Yeni Asya Vakfı’nın İstanbul Fatih’teki “Şekerci Han Hizmet Merkezi”ne dâvet edildik.

Hizmet merkezine gittiğimizde İngiltere’den gelen bir grup Müslümanla karşılaştık. Grup, medrese eğitimi almış bir şeyh ile onun talebelerinden oluşuyordu.

Tarihî ve manevî mekânları gezmek için ülkemize gelen grup, programlarını tamamlamışlar ve ertesi gün İstanbul’dan ayrılacaklardı. Bu arada Risale-i Nur eserlerini okuyanlarla tanışmak istemişler.

Kısa bir tanışmanın ardından Risale-i Nur ve eğitim faaliyetlerinin ağırlıklı olarak konuşulduğu bir sohbet gerçekleşti.

Şeyh Ali Abdülkadir ve talebeleri İngiltere’de kurdukları “Alamiyah Enstitute” ve onun çevresinde gerçekleştirdikleri eğitim faaliyetlerinden bahsettiler. Biz de onlara Risale-i Nur, hizmetlerimiz ve eğitim faaliyetleri konusunda bilgiler verdik. Güzel bir tanışma ve verimli bir fikir alış verişi oldu. Buradan şunu anladık ki, dünyanın âdeta bir köy hükmünü aldığı şu zamanda farklı coğrafyalardaki Müslümanların birbirleriyle görüşüp tanışmaya, fikir alış verişinde bulunmaya ve imkânlar elverdiği nispette birlikte hareket etmeye ihtiyaçları var.

Toplantının düzenlenmesinde emeği geçen arkadaşlara teşekkür ederiz.

Risale-i Nur ve Bediüzzaman ile tanışması

Şeyh Ali Abdülkadirin eline bir yerden Nur Talebelerinin okuduğu tesbihatın fotokopisi geçmiş. Onunla arasında kuvvetli bir bağ oluşmuş. Tesbihatı okumaya başlamış. Tesbihatta Üstadın ve Risale-i Nur’un ismi geçtiği için, “Bu Üstad kimdir, Risale-i Nur nedir?” diye merak etmiş ve araştırmaya yönelmiş. Bu arada Şükran Vahide’nin kitabı eline geçmiş ve onu okuyarak Üstad ve Risale-i Nur hakkında bilgi edinmiş. Daha sonra da Risale-i Nur’ları okumaya başlamış. Şeyh, “Ene” bahsini, 3. Lema’da geçen “Ya baki entel baki” hakikatini ve Küçük Sözleri okumuş. Özellikle 6. Sözü…

Şeyh Ali Abdülkadir, “Şimdiye kadar Risale-i Nurdan fazla bir yer okuyamadım, okuduğum kısımları da Arapça tercümesinden okudum. Fakat okuduğum kısımlardan Üstad’ın nasıl bir yapı inşa ettiğini, ne yapmak istediğini anlayabiliyorum. Okuduğum bütün bu yerlerde çok derin izahlar ve anlamlar yüklü olduğunu görüyorum. Okuduğum her yerde belâgat, mantık, maani ve beyan var” diyor.

Şeyh Ali Abdülkadir, Malezya’daki önemli bir şeyhe Risale-i Nur’u götürmeyi ve Bediüzzaman’dan bahsetmeyi düşünüyormuş. Onun için buradaki Nur Talebelerinden kendisine bir takım İngilizce Risale-i Nur Külliyatı temin etmelerini istemiş.

Alemiyah Enstitute ve eğitim faaliyetleri

İngiltere’de 1998 yılında kurdukları enstitüyü ve eğitim faaliyetlerini sorduğumuzda Şeyh Ali Abdülkadir şunları söylüyorlar:

“Enstitümüz ve okullarımız İngiltere’de resmî kurumlar tarafından tanınıyor ve denetleniyor. Eğitim sistemimiz esnek bir yapıya sahip. Öğrenci sayımız 30 ile 50 arasında değişiyor. Yaşlarına göre, ihtiyaçlarına göre eğitim veriyoruz.

Talebelerimize kâinat kitabını okumayı öğretmeye çalışıyoruz. Enstitümüz ve faaliyetlerimiz biz insanlarla alâkalı 5 temel prensip üzerine kurulu. Cevaplanması gereken 5 tane soru var: Birincisi “Herşey nereden geliyor, herşeyin ve her birşeyin kaynağı nedir?” İkincisi, “Herşeyin sahibi kimdir?” Üçüncüsü, “Ne bildiğimizi nasıl biliyoruz? Söylediklerimizin doğru olduğunu nasıl biliyoruz? (Bilginin tabiatı, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen epistomolojik sorular)” Dördüncü soru: “Ne yapmalıyız? Diğer bir ifadeyle siz kimsiniz?” Çünkü ne yapıyorsanız siz o sunuzdur. Beşinci soru ise, “Nereye gidiyoruz?”

Bu beş temel soru, 4 cevap tarafından aydınlatılıyor. İlk iki soru “uluhiyet” hakikatiyle cevaplanmış. Yani cevap “Allah”tır. Üçüncü sorunun cevabı ise “nübüvvet”tir. Yani “Muhammedü’r-Rasulullah. 4. Sorunun cevabı ise “adalet”tir. 5. sorunun cevabı ise “haşir”dir.

Bu 5 önemli soru 4 temel kavramla cevaplanıyor. Enstitümüzün felsefesi işte bu 5 soru ve 4 kavram üzerine kurulu. Müfredatlarımızı bu esaslar üzerine hazırlıyoruz.

Risale-i Nur’un bahsettiği şeyleri biz okulumuzun müfredatına aldık. Bir de biz onun okulunu yaptık. Hepinizi okulumuzu görmeye dâvet ediyorum. Uzmanlarınızı getirin. Gelin, okulumuzu ziyaret edin. Ne yapabileceğinizi görün. Cidden, biz bunu geliştirebilirsek, bu bir model olabilir. İngiltere bu konuda çok uygun bir yer. Eğitim sistemi buna izin veriyor. Eğer bir yerimiz olursa ki bizim müfredatımız ve bunu uygulayacak yetişmiş elemanımız var, yol katedebiliriz bunu geliştirip büyütebiliriz. Sadece desteğe ihtiyacımız var.

Müfredatımız kâinatla alâkalı. Çocuklarımıza kâinata nasıl bakmaları gerektiğini ve kâinatı nasıl okuyabileceklerini öğretiyoruz. Şu anda okul öncesine, yani 3-6 yaş arasına yönelik eğitim veriyoruz. Bunu ilkokul ve ortaokul seviyesine kadar genişletmeye çalışıyoruz. Aynı zamanda yetişkinlere yönelik müfredatımız da var. Toplum üzerinde büyük etkimiz var. Hattâ devlet yönetiminden bunu merak ediyorlar, geliyorlar ve bakıyorlar öyle bir şey göremiyorlar, yani fazla bir maddî imkânımız olmadığına şahit oluyorlar. Finans eksikliğimiz var. Uzun zamandır kendi yerimiz olması için uğraşıyoruz. Şimdiye kadar yer kiralayarak devam ediyorduk. İnsan gücü anlamında sıkıntımız yok. Fakat finans konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Başkalarının binaları tesisleri var, yetişmiş elemanları yok ve meseleye nasıl yaklaşacaklarını bilmiyorlar. Bizim ise elemanımız ve felsefemiz var. Gece gündüz yolumuza devam ediyoruz, bir değişim oluşturmaya çalışıyoruz.

Sınıflarda kullandığımız materyaller tamamen tabiî ve fıtrî. Çocuklar okula geliyorlar dokunuyorlar, hissediyorlar ve okulda istediklerini yapmakta özgürler. Öğretmenler onları sadece izliyorlar ve rehberlik ediyorlar. Farklı bir öğrenme konseptimiz var. Onun için çocuklar okula gelmeyi seviyorlar. Gelmek için can atıyorlar. Kâinatı gözlemliyorlar, bunun yanında matamatik, coğrafya gibi diğer dersleri öğreniyorlar. Enerjilerini kanalize etmeyi öğreniyorlar. Öğrencilerin enerjisi, ilgisi ne tarafa yöneliyorsa öğretmenler bunu takip ediyorlar ve onlara onunla alâkalı bilgiyi getiriyorlar. Ve onlara rehberlik ediyorlar.

En büyük problem “enaniyet” ve “cehalet”

Dünyada ve İslâm âleminde yaşanan problemler ve sıkıntılar sorulduğunda Şeyh Ali Abdülkadir şunları söylüyor:

“Ferdî, ailevî, toplumsal, millî seviyede dünyanın neresine giderseniz gidin az ya da çok problem aynı. Çünkü dünya artık neredeyse tek bir dünya haline gelmiş. Dünyanın her yerinde bir “monoculture” yani tek bir kültür hâkim gibi. İnsanlar tek bir hayat tarzının dayatması/baskısı altındalar. Türkiye, Malezya, Amerika, İngiltere… Her yerde aynı…”

“İnsanlar kendilerini düşünüyorlar, kendileri için istiyorlar, ama başkalarını suçluyorlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin insanların karşı karşıya olduğu en büyük problem enaniyettir, bencilliktir. Dinî bilgi bakımından zirvelere çıkan insanlarda bile enaniyet problemi görülebiliyor.”

“Bilmediğini bilmemek, yani cehalet en büyük problem… Bilmediğini bilmek bir erdemdir. Bazen bilmediğini bilmeyen, yanlışı doğru zanneden bir Müslüman; bilmediğini itiraf eden bir gayr-i Müslimden daha tehlikeli olabiliyor.”

Önce yakın çevre, sonra uzak çevre ile ilgilenmeli

“Dünyadaki Müslümanlar pekçok sorunla boğuşuyor. Bir çok İslâm ülkesinde iç savaş ya da işgal var. Müslümanlar katlediliyor. Bu sorunlar nasıl halledilebilir. Bu konudaki görüşünüz nedir?” diye sorulduğunda ise Şeyh biraz düşündükten sonra Bediüzzaman’ın “küçük dairede büyük, büyük dairede küçük vazife” var düsturunu andıran bir tesbitte bulunuyor ve şöyle diyor: “Hepimiz için bir yakın çevre bir de uzak çevre var. Öncelikle yakın çevrede neler yapabiliriz ona bakmamız lâzım. Ondan sonra uzak çevrede neler yapabileceğimize bakabiliriz. Herkes yakın çevresinde ne yapabileceğini kolayca tesbit edebilir. Yakın çevremizde ne yapabileceğine odaklanabilirsek, yakın çevremizdeki sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek, bu dış dairelere de olumlu etki yapar. Peygamberimiz (asm) zamanında Asr-ı Saadet’te, Rumlar ve İranlılar süper güçtü, Peygamber Efendimiz (asm) onların ne durumda olduğunu biliyordu. Ama tebliğ ve ıslâh vazifesine onlardan değil, önce bulunduğu yerden, yakın çevresinden başladı. Onun için, onun çevresindekiler çok güçlü bir şekilde büyüdüler. Ve daha sonra çevrelerine etkileri çok büyük oldu.”

Devlet tek tip insan yetiştiriyor

Şeyhin talebelerinden biri de sonradan Müslüman olmuş ve Abdullah ismini almış bir İngiliz… Abdullah, okullarından ve eğitim felsefelerinden şu cümlelerle bahsediyor:

“Ben devlet okullarında okudum. Aynı zamanda devlet okullarında fen öğretmenliği yaptım. Devletin öğrettiği ideoloji ile bizim öğrencilerimize kazandırmaya çalıştığımız fikirler ve bakış açısı çok farklı. Bizimki fıtrata uygun. İnsanlara gereksiz bilgileri ezberletmekten daha çok onların kendilerinin öğrenmeyi istemelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bu onlara şevk veriyor. Devlet de bunu onaylıyor. Bizim okulumuzdaki çocuklar, 3-6 yaş arası… Fıtrata uygun biçimde ve daha verimli bir şekilde gelişiyorlar. Devlet bir fabrikada ürün yetiştirir gibi tek tip, aslında kimliksiz, insanlar yetiştiriyor. Devlet okulunda tek kültürlülüğü esas alan bir eğitim veriyorlar. Sadece belirli bilgileri veriyorlar. Bizim okulumuzdaki çocuklar ise, kendi çocuğumda buna dahil, herbiri çok heyecanlı, hayata bakış açıları çok daha farklı, neyi neden yaptıklarını biliyorlar, amaçlarını biliyorlar. Okula gitmek için can atıyorlar. [İngiltere’de devlet okuluna gitme mecburiyeti yok. Devletin denetlediği ve onayladığı özel okula çocuğunuzu gönderebilirsiniz. Hattâ, şartları sağlayabiliyorsanız çocuğunuzu evinizde bile yetiştirebilirsiniz.]”

ŞEYH ALİ ABDÜLKADİR

ŞEYH Ali Abdülkadir (Sheikh Aleey Abdul Qadir) 1962 yılında Malezya’nın Kuzeyindeki Penang şehrinde dünyaya gelmiş. Malezya’da geleneksel medrese eğitimi almış. Eğitim aldığı yer Malezya’nın gelişmemiş bir bölgesinde; elektriğin, suyun dahi zor bulunduğu bir yerde imiş. Burada ciddî manada yazılı doküman yokmuş. Kendileri bir kitap çalışması yapmışlar. Ama bir sel baskınında onları da kaybetmişler.

Eğitimini tamamlayıp, hocalık yapmaya hak kazandıktan sonra İslâmî ilimleri talebelerine ders vermeye başlamış. Batı’ya olan ilk seyahatini 1990’larda gerçekleştiren Şeyh Ali Abdülkadir, nereye gittiyse orada eğitim faaliyetlerine devam etmiş ve insanlara İslâmı anlatmış. Şu anda Batı’da pek çok talebesi bulunuyor. 1996 yılında Londra’da “Alamiyah İnstitute”yü kurmuş. Burada insanlara, tevhid, fıkıh ve tasavvuf dersleri vererek Nebevî öğretiyi anlatmaya devam ediyor. Ailesiyle birlikte Londra’da ikamet eden Şeyh, düzenli olarak Malezya’ya seyahatler düzenliyor ve orada sayıları hergün artan talebelerine ders veriyor. Şeyh Ali Abdülkadir, klâsik İslâmî kaynaklar üzerinde çalışırken bu kaynakların doğru bir şekilde anlaşılmasının ciddî bir İslâmî eğitimle mümkün olduğunu anlamış. Onun için talebelerine sadece zikirle kalplerini aydınlatmayı değil, Eşarî ve Maturidî tarafından sınırları çizilen ehl-i sünnet ve cemaat akidesine dair inanç esaslarını da öğretiyormuş.

Şeyh ve talebelerinin Türkiye’ye ilk gelişleri değilmiş. Daha önce de gelmişler. Şeyh İngiltere’den Malezya’ya giderken genellikle Türkiye’ye uğrayıp bir müddet kalıyormuş.

Fen ilimleri ile din ilimleri birlikte okutulmalı

“Yeni nesillerin tek kültürlülükten ve seküler hayat felsefesinden uzak yetişmeleri için çalışıyoruz. İngiltere’de kurduğumuz okulda dinî ve fennî her türlü bilgiyi öğretiyoruz. Seküler sistemde fen bilimlerinin din bilimlerinden ayrılması gerektiği gibi bir düşünce var. İnsanların beyinlerinde bu ikisi arasına bir set çekiyorlar. Halbuki herşey bir olandan gelir ve bir olana gider. Bu ikisi arasında bir ayrım olmaması gerekir. Maalesef bir çok ülkede gördüğüm kadarıyla eğitim sistemlerinde bu ikisi ayrılmış bir vaziyettedir. Okulumuzdaki çocuklar ve gençler sadece öğrenmekle kalmıyorlar, bilginin kendisi oluyorlar. Bu eğitimi alan çocuklar nasıl bir Müslüman olmaları gerekiyorsa fıtrî bir şekilde bunu gerçekleştiriyorlar.”

Abdullah’la nasıl hidayete erdiğini konuşmak istiyoruz, ama vaktimiz sınırlı olduğu için imkânımız olmuyor. Onun yerine bir bazı sorular yazıp kendisine veriyoruz. Cevaplayıp göndereceğini söylüyor. Nasip olur, cevaplar elimize ulaşırsa onu da yayınlayacağız.

Risale-i Nur’daki hakikatleri yaşayan insanlara ihtiyacımız var

Bildiklerini yaşama hususunda ise Bilal Hussein ve Abdullah şunları söylüyorlar:

Yani Risale-i Nur’dan ben bir ders alırım, onu yaşarım, başka bir arkadaşım ders alır onu yaşar. Birisi Risaleleri ezberler, ama yaşamaz, bir diğeri bir ders alır, ama onu yaşar.

Bize “yaşayan Risale” lâzım. Peki hangisi yaşayan Risale? Risaleyi ezberleyen, ama yaşamayan mı, yoksa bir ders dahi olsa alıp onu yaşayan mı? Bizim karşı karşıya olduğumuz problem bu…

Risale-i Nuru okuyan, ezberleyen bilgi düzeyinde istifade eden çok, ama bundan daha fazla diğer insanlara uygulamalı bir surette Risalelerdeki hakikatleri anlatabilmek için o hakikatleri yaşayan insanlar lâzım.

İlmiyle âmil bir insanı bir model, bir örnek olarak görmek bambaşka bir şey… Hakikatleri yaşayan insanlar diğerlerine de ilham verirler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*