Cemaatler demokrasiyi savunmalı, baskıcı rejimlere karşı çıkmalı

EURONUR TV’DE DÜZENLENEN ONLİNE PANELDE CEMAAT, TARİKAT, DEVLET VE SİYASET İLİŞKİLERİ DEĞERLENDİRİLDİ. CENK ÇALIK’IN MODERATÖRLÜĞÜNDE GERÇEKLEŞEN VE GENEL YAYIN YÖNETMENİMİZ KÂZIM GÜLEÇYÜZ İLE YAZARLARIMIZ SÜLEYMAN KÖSMENE VE HASAN GÜNEŞ’İN KATILDIĞI PANELDE “DEVLET DEMOKRATİKLEŞMELİ, CEMAATLER ASLî HİZMETLERİNE YOĞUNLAŞMALI” MESAJI VERİLDİ.

Panel konuşmalarını şu linkten izleyebilirsiniz: http://www.euronur.tv/risale-i-nur-penceresinden-cemaatler-ve-tarikatler

EURONUR TV- ONLINE PANEL – 1

Son zamanlarda cemaat ve tarikatların menfi olaylarla gündeme gelmesi ekseninde ‘Risale-i Nur penceresinden cemaatler ve tarikatlar’ başlıklı panel düzenlendi.

Euronur TV’de online olarak düzenlenen panelde Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı Kâzım Güleçyüz, “Devletin cemaatlerden elini çekmesi gerekiyor, demokratikleşmesi gerekiyor, cemaatlerin de devlete olan yaklaşımları “gölge etme başka ihsan istemem” ekseninde olmalı. Cemaatler hiçbir şekilde ticarileşmemeli, siyasileşmemeli Cemaat olgusunu dünyevî kriterlere hapsedemeyiz. Cemaat amamen ihlâs ve Allah rızası ekseninde maddî ölçü ve kalıplara asla sığdırılamayacak bir beraberliktir. Bütün cemaatlerin bu olup bitenlerden ders çıkartması lâzım” dedi.

Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Kâzım Güleçyüz

Gazetemiz yazarlarından eğitimci ilahiyatçı Süleyman Kösmene, “Cemaatleşmek, bir araya gelmek, birlik beraberlik içinde olmak, Kur’ân’ın emirleri içerisinde yer alır. Tarikat yoldur zaten. Allah’a ulaşan yollardır. Cemaatler de Kur’ânî tefekkür üzerine kurulmuş manevi oluşumlardır. Suç örgütü olarak görülmemelidir” derken, gazetemiz araştırmacı yazarı Hasan Güneş insanın içtimaî yönüne vurgu yaparak, “İnsan sosyal, içtimaî bir varlıktır. Öğrenmeye, bir araya gelmeye, tekâmül etmeye muhtaç olan, farklı meşreb ve karekterlerde yaratılmış bir varlıktır. Tarikat ve cemaatler bin yıldır bu milletin, bu devletin, bu halkın bir parçasıdır. Her yönüyle bunlar toplumla beraber olmuşlar” dedi.

Gazetemiz yazarlarından eğitimci ilahiyatçı Süleyman Kösmene

Programda Kâzım Güleçyüz, cemaat ve tarikatların devletle olan ilişkisini yorumlayarak, cemaat ve tarikatların menfi şekilde anılmasının sebeplerini anlattı. “Cemaat ve karikatlar devlete nasıl bakmalı? Devletten bakıldığında da cemaat ve tarikatlar nasıl gözüküyor?” sorularını Risale-i Nur penceresiyle açıklayan Güleçyüz, öncelikle cemaat ve tarikatları birbirinden ayırmak gerektiğini söyleyerek, tarikatların Asr-ı Saadete, başta Hz. Ali olmak üzere Sahabelere uzanan köklü oluşumlar olduğunu vurguladı.

Gazetemiz araştırmacı yazarı Hasan Güneş

Güleçyüz, tarihte Müslüman idarecilerin olduğu dönemlerde zaman zaman gerilimler yaşandığını, bir kısım hükümdarların, tarikat şeyhlerinin müritlerinin fazlalığından endişe edip, onları tehdit olarak algıladıklarını ve bu sebepten ötürü gerilimler yaşandığını aktardı.

Günümüzde devlet cemaat ilişkileri açısından Cumhuriyet dönemine odaklanmak gerektiğini belirten Güleçyüz şu şekilde konuştu, “Cumhuriyet döneminde Üstadın ifadesiyle istibdad-ı mutlak rejiminin yürürlüğe girmesiyle birlikte ve bu rejimin laikliği dinsizlik, din karşıtlığı olarak yorumlamasıyla birlikte dinî hayatın dinamiklerini oluşturan tarikatlara karşı (tarikatlarda son dönemde yozlaşmalar da vardı) cumhuriyet adı altındaki o istibdat yönetimi bunun çözümü olarak tarikatları külliyen yok etmek, tekkeleri kapatmak gibi bir yol tercih etmiş” dedi.

Sosyal oluşumların emir komutayla tanzim edilemeyeceğini ifade eden Güleçyüz, “Kapattım dediğiniz zaman bunlar yeraltına iner, yeraltında faaliyetlerine devam eder.

Cemaatlere karşı ikiyüzlü politika izlenmiş

Bir taraftan cemaat ve tarikatların kökü kazınmalıdır anlayışı hâkimken, öbür taraftan da pazarlıkla bunların bir kısmını kendi yanlarına çekip, manipüle ederek ikiyüzlü bir politikayla günümüze gelindiğini vurgulayan Güleçyüz, “Tarikatları kapattık demişler, ama bir taraftan da el altından esas kendileri için tehdit olarak gördükleri sosyal oluşumlara karşı ve modern zamanın ortaya çıkardığı cemaat birlikteliklerine karşı birtakım tarikatları kendi kontrolleri altında desteklemişler, ta ki cemaatlerin önünü kessinler. İnsanların cemaatlere yönelmesine engel olsunlar. Böyle bir ikiyüzlü politikayla bugünlere gelinmiş. Bir taraftan bakıyorsunuz, cemaat ve tarikatlar kökü kazınmalıdır diyen bir anlayış var. Öbür taraftan da pazarlıklarla bunların bir kısmını kendi yanlarına çekerek kendi istedikleri istikamette kullanıp yönlendirerek manipüle etme politikaları izlenmiş” diye konuştu.

Başta Üstad Bediüzzaman Said Nursî olmak üzere Nur Talebelerine yapılan baskıların tarihin kayıtlarında mevcut olduğunu söyleyen Güleçyüz, “Üstad Bediüzzaman Risale-i Nurlar’ı yazmaya başladıktan bu tarafa 1935’te Eskişehir, 1943’de Denizli, 1948 1949’da Afyon hapislerinde tutuklu olarak yargılanmış. Sonraki dönemlerde de özellikle 27 Mayıs, 12 Mart dönemlerinde yoğunlaşan, 12 Eylül döneminde bir miktar devam eden Nurculuk dâvâlarıyla gene Nur Talebelerinin üzerine gidilmiş” dedi.

“Risale-i Nur cemaati özellikle modern çağın ortaya çıkardığı, tarikat olmayan, manevî ihtiyaçların doğurduğu, bir taraftan da İlâhî bir tavzifle görevlendirme diyebileceğimiz bir şekilde Üstadın Risale-i Nur’u yazmasıyla ve o eserleri okuyan insanların onun etrafında toplanmasıyla meydana gelen bir hareket” tanımlamasını yapan Güleçyüz, “Özellikle bir kısım tarikatları Risale-i Nur’un önünü kesmek için kullanmaya çalışmış resmî ideoloji. Böyle bir gerilim yaşanıyor. Devletin cemaatlere ve tarikatlara müdahale eden ve onları iç tehdit olarak gören anlayıştan kesinlikle uzaklaşması lâzım. Zaten demokratik bir devlet söz konusu olsa cemaat ve tarikatlar sivil toplumun vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilirler ve saygı görürler. Herhangi bir şekilde devlet onlara müdahale etmez” değerlendirmesini yaptı.

“Devletin cemaatlerle uğraşmaktan, onların içine fitne sokmaktan, onlara baskı yapmaktan vazgeçmesi lâzım. Bu da devletin demokratikleşmesiyle mümkün” diyen Güleçyüz, “Özellikle 50 öncesi tek parti dönemindeki baskılar, ihtilâl dönemindeki baskılar, bir taraftan da el altından yürütülen pazarlıklar. Bunlar cemaat ve devlet ilişkilerini çok sıkıntılı bir mecrada götürmüş, böyle bir sonuç vermiş” dedi.

Cemaatlerin devleti ele geçirmek gibi bir gündemi olmamalı

Cemaat ve tarikatların devletle olan ilişkilerinde kendilerini mesafeli bir konuma yerleştirmeleri gerektiğine değinen Güleçyüz şunları kaydetti, “Devletten yardım almak, destek almak, devlet içerisinde kadrolaşmak, devleti ele geçirmek gibi gündemlerin hiçbir zaman cemaatlerin, tarikatların gündemi olmaması lâzım. Özellikle şu son 5 senedir yaşadığımız süreçte olup bitenler hep bu noktadaki yanlışların biriktirdiği neticelerdir. Bir cemaat niye vardır? Cemaat hizmet alanı ne ise, çıkış noktası, hedefi ne ise ona odaklanması lâzım. O çerçevede faaliyetlerini, hizmetlerini yürütmesi lâzım. Bunun ötesinde başlangıçta belki araç olarak gördüğü şirketler, sonra araç olmaktan çıkıp amaç olmaya doğru yönelirse ve daha da ötesinde devleti ele geçirmek, devlete hâkim olmak gibi bir hedef öne çıkarsa bu cemaati cemaat olmaktan çıkarıyor. Bu da cemaat olayını bitiriyor. Ve buradaki bu kötü örnekler bütün cemaatler üzerinde de menfi etkisini gösterdi. Ve neticede bu sıkıntıları yaşıyor durumuna geldik. Aslında bunun 12 Eylül dönemine uzanan kökleri var. 12 Eylül’le beraber bu politika, strateji hayata geçirilmeye başlandı ve bir kısım cemaatlerin önü açılarak, ticarette yönleri açılarak ticarileştirilmeye çalışıldı. Diğer taraftan da siyasallaştırılmaya çalışıldı. 12 Eylül döneminin siyasî partisi olan, o dönemin ürünü olarak ortaya çıkan ANAP iktidarında bunun ilk denemeleri yapıldı. Ve bir noktaya getirildi, ama daha sonra bilâhare yaşanan hadiseler bu tuzağa düşürülen cemaatlerin ciddî manada itibar kaybettiği hadiseler yaşamasına sebebiyet verdi. Kurdukları finans kurumları üzerinden yıprandılar, başka şeylerden yıprandılar. Ama en ibretli örnekler de bu yaşadığımız 5 yıllık süreçte karşımıza çıktı.”

Devletin cemaatlerden elini çekmesi, demokratikleşmesi gerekiyor

Üstadın istiğna düsturundan, Zübeyir Gündüzalp’in “Para veren emir de verir” sözünden bahseden Güleçyüz, konuşmasını şöyle tamamladı, “Özet olarak, şunu söylemek lâzım; devletin cemaatlerden elini çekmesi, demokratikleşmesi gerekiyor, cemaatlerin de devlete olan yaklaşımları “gölge etme başka ihsan istemem” ekseninde oluşmalı. Cemaatler hiçbir şekilde ticarileşmemeli, siyasileşmemeli, ilâveten STK’laşmamalı. Sivil toplum örgütü ayrı bir şeydir, cemaat ayrı bir şeydir. Cemaat manevî bir oluşumdur. Sivil toplum örgütleri dernekler, vakıflar; bunların mevzuatı, tüzel kişilikleri vardır. Ama cemaat bir tüzel kişilik değildir. Manevi bir oluşumdur. Tamamen ihlâs ve Allah rızası ekseninde maddî ölçü ve kalıplara asla sığdırılamayacak bir beraberliktir. Cemaat olgusunu dünyevi kriterlere hapsedemeyiz. Bütün cemaatlerin bu olup bitenlerden ders çıkartması lâzım. 28 Şubat’ta da aynı hata işlendi. Bir parti ile kendilerini özdeşleştirdiler cemaatlerin büyük bir ekseriyeti. Neticede o partinin başına gelenlerle birlikte kendileri de çok ciddî sıkıntılar yaşadılar, dinî hayat çok büyük darbe aldı. Şu anda yaşanan süreçte çok daha geniş ölçekte aynı hata tekrarlanıyor. Bir cemaat özelinde tekrarlanıyor, ama benzer davranışları sergileyen diğer cemaatler de aynı tehlikeyle karşı karşıya. Onun işaretleri konuşulmaya başladı. Bunlardan arınmanın, kurtulmanın tek çaresi cemaatin cemaat olarak kalması, ve cemaat olarak varlığına sebebiyet veren, çıkış noktası olan aslî hizmetlerde odaklanarak, manevî hayatı güçlendirme, inançlı ve ahlâklı nesiller yetiştirme hedefinde kalarak o hedefe odaklanarak hizmetlerini o eksende yürütmesi. Bunun dışındaki siyasî, ticarî, dünyevî meşgalelerden uzak durması.”

Cemaatlerin hizmetlerini sağlıklı bir şekilde yapabilecekleri ortam ancak hürriyet ortamıdır. Demokrasinin içselleştirilerek, ahlâkî değerlerle içi doldurularak bütün cemaatler tarafından benimsenmesi lâzım. Cemaatlerin şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu tek adam rejiminin bütün İslâmî hizmetlere zarar verdiğinin de farkına varmaları lâzım.

Gazetemiz yazarlarından eğitimci ilahiyatçı Süleyman Kösmene konuşmasında cemaat ve tarikatların kuruluş gayelerinden bahsetti. Tarikat, mezhep, cemaat konuları çerçevesinde oluşturduğu konuşmasında şunları vurguladı: “Bin yıla dayanan köklü geleneklerden bahsediyoruz. “Kalpler ancak Allah’ı zikirle tatmin olur.” “Tazarru içinde korkarak, korku içinde yalvararak, ısrarla Allah’ı zikret” diye Kur’ân emrediyor. “Onlar öyle ki ayakta Allah’ı zikrederler, otururken Allah’ı zikrederler, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler, ve göklerin ve yerlerin yaratılışını düşünürler. Ve şöyle derler: Rabbim hiçbir şeyi boş yaratmadın.Ve tefekkürle Allah’a ulaşmaya çalışırlar (Ali İmran 191).”

“Tarikatlar İslam alemini aydınlatmış köklü oluşumlardır suç örgütü değildir”

Kösmene, “Cemaat oluşumları belki son yüz yıldır pek fazla gündemimize düşmeye başladı, ama cemaat kavramı da eskidir. Cemaatle namaz dinimizde bir sünnet-i müekkededir. Cemaatleşmek, bir araya gelmek, birlik beraberlik içinde olmak, Kur’ân’ın emirleri içerisinde yer alır. Tarikat yoldur zaten. Tarikatlar Allah’a ulaşan yollardır. Bu yollar ümmeti işba etmiş. Ümmetin ruh terbiyesi, ahlâkî yükselişi konusunda fevkalâde feyiz kaynakları olmuş, faydaları görülmüş yollardır. Cemaat de keza Kur’ânî tefekkür üzerine kurulmuş manevî oluşumlardır. Mezhep de Kur’an’ın ve sünnetin yorumları üzerine yine bin yıla dayanan, İslâm âlemini aydınlatmış köklü  kurumlardır. Bunların hiçbirisi suç örgütü değildir. Dolayısıyla bu kurumları muhafaza etmemiz, gönlümüzde bu kurumların itibarını düşürmememiz gerekir” şeklinde konuştu.

“Cemaatler kurucu gayelerinden koparsa yozlaşmaya doğru giderler”

“Hak bir iken neden Peygamberimiz  (asm) sonrası bu kadar kurumlar oluşmuş?” şeklindeki soruya Kösmene, “Hak bir olmakla beraber Allah’a ulaşan yollar çok fazladır. Metod, yol farklılığı vardır. Neden fazla olmasın? Ne sakıncası var? Ekmek alırken bile kaç tane fırın dolaşırız. Kendi zevkimize göre lavaş, somun, odun ekmeği alırız.

“Cemaatlerin, tarikatların her birisi insanların fıtratlarına, özlerine, kalplerine, kültür yapılarına, coğrafî yapılarına hitap eden oluşumlardır. Peygamberimiz (asm) varken nübüvvet kurumu ortadayken, insanların birden fazla dallara bölünmesine ihtiyaç da yoktu. Çünkü nübüvvet bir feyiz kurumu olarak ortadaydı. Her konuda Peygamberimiz (asm), bir feyiz kaynağı olarak ümmete yeterliydi.

“Tarikatlar mezhepler, cemaatlerin hepsinin çok ciddî kuruluş gayeleri vardır. Kurucu gündemi vardır. Bu kurucu gündem çerçevesinde hizmetlerini yaparlar. Eğer kurucu gündemden koparlar, ihmal ederlerse suça, yanlışa, yozlaşmaya doğru eğilim gösterebilirler.

“Devlet imkânlarıyla kendi hizmetimiz arasına bir mesafe koyma duyarlılığı bütün tarikatlarda var olagelmiştir. Şahı Nakşibend Hazretleri demiştir ki, benim himmetim Allah’tan başka ne varsa her şeyden geçip, Hak Teâlâ Hazretleri’ne kavuşmaktır. Dünyadır, devlettir, devletin içinde kadrolaşmaktır, tarikatların ve cemaatlerin böyle bir tarzı yoktur. Onların hizmetleri uhrevidir. Hedefleri ahirettir. Hedefleri ümmetin imanına hizmet etmektir. Onlar kendilerini asıl hizmetlerden alıkoyarak, hizmetlerini gevşeterek, devlette kadrolaşmaya, devletin imkânlarını almaya giderlerse, dünya onlara gülmeye başlarsa ya da dünyanın kapısını çalarlarsa kendi kurucu gayelerinden imamlarından, âlimlerinden kopmuş olurlar, bu kopukluk onların hizmetlerine zarar verir. Dolayısıyla cemaatler, tarikatlar gibi dini oluşumlar kendi âlimleriyle el ele gönül gönüle onlarda kopmadan hizmetlerini ancak ihlâsla yürütebilirler.

“Cemaatler açık, şeffaf olmalı, ilmi olmalı, kitaba dayanmalı, bu prensipleriz uyulması bu yapılanmalardaki münferit yanlışları düzeltecektir.”

HASAN GÜNEŞ: Cemaat ve tarikatlar toplumun bir parçasıdır

Cemaat ve tarikatların tarihi köklerini referansları, cemaat ve tarikatların istikamet, kontrol çalışmaları hususiyetleri konusunda değerlendirmede bulunan gazetemiz araştırmacı yazarı Hasan Güneş insanın içtimaî yönüne vurgu yaparak, “İnsan sosyal, içtimai bir varlık. İnsanlar öğrenmeye, bir araya gelmeye, tekâmül etmeye muhtaç olan, farklı meşrep ve karekterlerde yaratılmış varlıklar. Cemaatlerin ve tarikatların İslâm’ın ilk günlerine kadar dayanan referansları var. İslâmiyet’i anlatmak, tebliğ etmek İslâmiyet’in en önemli unsurlarından” dedi.

Güneş şöyle konuştu, “İslâm toplumunun gelişmesi, farklı coğrafyalara, Orta Asya’ya, Atlas Okyanusuna kadar uzanması bu eğitim öğretim faaliyetlerinin bir sistematik içerisinde olması gerektiği zaruretini ortaya çıkardı. Tabiî burada İslâm’ın öğrenilmesinde ve yaşanmasında cemaatler ve tarikat meselesinde kısmen medrese ve tekke şeklinde bir sınıflandırma yapmak mümkün. Bediüzzaman Hazretleri bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır der. Orta Asya’da sağlam bir medrese geleneği vardır. Eskiler kitaba daha çok bağlıydı. Moğol istilâsı ve Timur medreselerin zora düşmesine sebep oldu. Cemaati şöyle de düşünmek lâzım; Bediüzzaman Hazretleri medrese talebelerini de bir cemaat olarak niteler.”

Güneş konuşmasının ilk bölümünü şöyle tamamladı, “Tarikat ve cemaatler bin yıldır bu milletin, bu devletin bu halkın bir parçasıdır. Her yönüyle bunlar toplumla beraber olmuşlar. Toplumun İslâmı ve hakikatleri iyi öğrenmesinde destekleri olmuştur. Katılımcı olarak toplumun bu seviyeye gelmesinde çok önemli fonksiyonlar icra etmişlerdir. Devletler zaman zaman cemaatleri, tarikatları kendileri için tehlikeli görmüşler. Devletin müdahalesi başka zorluklara sebep olmuş. Meselâ Yeniçerilerde devletin Bektaşiliği hakim kılmaya çalışması, sonra Yeniçerilerde problem çıkmasına sebep olmuş. Bu tür şeyler İslâm dünyasında devletin de, milletin de dinin de zarar görmesine sebep olmuş..”

KÂZIM GÜLEÇYÜZ: Cemaatleri devlet kontrolüne alma projelerinden vazgeçilmeli

Seminerin ikinci turunda cemaatlerde özeleştiri ihtiyacından bahseden Güleçyüz, “Cemaat ve tarikatların tümünün özeleştiri, iç muhasebe yaklaşımıyla konuya eğilmeleri ve ciddî manada tahlil yapmaları, gözden geçirmeleri lâzım. Bunun zemini her şeyden evvel Kur’ân’ın temel emri olan meşveret ve şûrâdır. Cemaatlerin kendi içlerinde sağlıklı bir meşveret yapabilir durumda olmaları lazım. Bütün cemaat bireylerinin, mensuplarının bu meşveret mekanizmalarına hür bir şekilde eşit statüde katılabilmeleri ve gördükleri yanlışları kendilerince o meşveret zeminlerinde dile getirebilmeleri lâzım. Bu yapılamadığı için birçok yanlışlara yol açılıyor. Bunun yanı sıra dışarıdan birtakım eleştirilere baktığımız zaman deniliyor ki, “Cemaatte biat kültürü hakimdir. Tepedeki lider ne derse cemaat mensupları ona kayıtsız şartsız itaat eder. Böyle bir şey Bediüzzaman Hazretlerinin tarif ettiği cemaat oluşumu için kesinlikle söz konusu değil. ” ifadelerini kullandı.

“Devletin cemaatleri kontrol altına alması gibi akla ziyan projeler üzerinde artık dayatmalardan vazgeçilmeli. Bunlar dönem dönem hep gündeme geliyor, ama sağlıksız şeyler, problemi büyüten ve cemaatlerin hizmetlerini aksatan ve bunun yanında toplum – cemaat ilişkilerini zehirleyen teşebbüsler. Velhasıl cemaatlerin devletle olan ilişkilerini bahsettiğimiz çerçevede tanzim etmeleri lâzım. Devletle ilişkilerini çok mesafeli tutmaları lazım. Siyasette aktif siyasî aktör gibi davranır olmaktan, taraf olmaktan çıkmaları lazım. Ticarî faaliyetleri kendileri için esas iştigal alanı olarak görmemeleri lâzım. Kesinlikle dünyevileşmemeleri lâzım. Aslî hizmetlerini, aslî misyonlarını hassasiyetle muhafaza edebilmeleri lâzım. Cemaatler böyle bir hassasiyetle birbirleriyle olan ilişkilerini İslâm kardeşliği, “Mü’minler ancak kardeştir, Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir, Müslümanlar bir binanın birbirini tamamlayan elemanları gibidir” gibi Kur’ânî ve Nebevî prensiplerde ifade bulan çerçevede yeniden tanzim etmelidirler. Ve bu kardeşlik hukukunu ihya edip hayata geçirmelidirler. Ve birbirleriyle kesik olan diyaloglarını tekrar kurmaları lazım, canlandırmaları lâzım. Çünkü cemaat ve tarikatlar birbirini tamamlayan hizmetler ortaya koyuyorlar.

“Bütün bu yaşananlardan sonra cemaat kavramının bu kadar yıpranmış olmasını da göz önünde bulundurarak, bu yıpranmayı tamir edecek şekilde bir inisiyatif ortaya koymaları ve bu inisiyatifi ortaya koymak için de bütün enerjilerini, güçlerini, samimiyetlerini birleştirmeleri lâzım. Cemaatler bu özeleştiriyi mutlaka yapmalı. Cemaatlerin demokrasiye sahip çıkması lâzım. Cemaatlerin baskı rejimlerine taraf olmaları kadar yanlış bir şey olamaz. Üstad cemaatlerin ittihadının asgarî şartlarından birisini hürriyet-i şer’iye ve asayişe sahip çıkmaları, taraftar olmaları şeklinde ifade ediyor. Bundan yüz sene evvel yazmış olduğu makalelerinde. Bunun için cemaatler kesinlikle antidemokratik, baskıcı yönetimlere arka çıkmak gibi yanlışlara düşmemeli. Cemaatlerin hizmetlerini sağlıklı bir şekilde yapabilecekleri ortam ancak hürriyet ortamıdır. Ve demokrasinin içselleştirilerek, ahlâkî değerlerle içi doldurularak bütün cemaatler tarafından benimsenmesi lâzım.

“Cemaatlerin şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu tek adam rejiminin bütün İslâmî hizmetlere zarar verdiğinin de farkına varmaları lâzım. Şu anda kendisini dindar olarak takdim eden kadroların, siyasilerin yaptığı yanlışlar cemaatlere ve bütün dindarlara fatura ediliyor artık. Onların yaptığı yanlışlar yüzünden dinden soğuyan birçok insan var. Dindar ailelerin çocukları bile artık dinî değerleri sorgular hale gelmiş vaziyette. Dini hayatı yaşama seviyesinin araştırıldığı anketlere baktığımız zaman çok düşündürücü sonuçlarla karşılaşıyoruz. İmam Hatiplerde bile ahlâkî değerlerin yaşanırlığı veya namaz kılma oranının düşüklüğü çok düşündürücü, alarm verici tesbitlerdir.

“Diyanet’in de kendisini devletin resmî ideolojisinin uygulayıcısı olarak görmekten çıkması çok önemli bir konu. Diyanet’in resmî ideoloji adına cemaatleri zapturapt altına almak gibi bir misyonla ortaya sürülmesi Diyanet’i de tahrip eder, itibarını zedeler. Diyanet’i İslâm cemaatinden koparır. En sağlıklı çözüm, cemaatlerin sivil kalması, şeffaflık içerisinde olması, kendi içlerinde meşvereti işletir hale gelmesi ve devletin de demokratikleşmesi ve Diyanet’in bu demokratikleşme içerisinde özerk bir yapıya kavuşarak cemaatlerle demokratik platform ve zeminde sağlıklı bir ilişki kurabilmesi.”

Süleyman Kösmene: Cemaatlerin işi devleti yönetmek değildir

Süleyman Kösmene ikinci bölümde şunları söyledi:

Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lâhikası’nda bütün Nur Talebelerine bir son mektup yayınlıyor. Son mektubunda ısrarla üzerinde durduğu bir mefhum vardır; “müsbet hareket etmek.” Bunun manası iyiliklerden asla vazgeçmemek –çünkü bu tam da İslâm’ın özüdür- Peygamber Efendimizin (asm) “Birisi size iyilik yapsa siz iyilik yapacaksınız, birisi size kötülük yapsa siz ona yine iyilik yapmakla yükümlüsünüz. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek gibi bir lüksünüz yok” beyanı müsbet harekettir. Sizin iyiliğiniz karşı taraftaki kötü insanı iyi insan haline getirecek ve getirmiştir. Müsbet hareket menfi hareketten kaçınmaktır diyor Said Nursî Hazretleri. Gerek insanlara, gerek topluma, devlete, yönetenlere, bütün insanlığa karşı müsbet hareket. Bir iyilik meleği haline gelmekle yükümlüdür Nur Talebeleri. Çünkü Risale-i Nur’dan aldıkları ders bunu gerektiriyor.

“Asayiş” diye bir kavram var. Ne demek asayiş? Toplumun huzurudur. Toplumun birlik beraberliği, kardeşliği, kardeşane kaynaşmasıdır. Toplumdan kötülüklerin, vandalizmin, terörün ve anarşinin uzaklaşmasıdır. Bu asayişin polisleri, emniyet birimleri var. Risale-i Nur’da  800’den fazla asayiş kelimesi geçiyor. Diyor ki biz bu ülkenin ma-

nevî asayişinden sorumluyuz. Polislere diyor ki siz maddî asayişten sorumlusunuz, biz manevî asayişten sorumluyuz. Siz olay olduktan sonra tedbir alırsınız, biz olay olmadan tedbir alırız. İnsanların kalplerine, ruhlarına hitap ederiz. İnsanları ahlâken yetiştiririz, eğitiriz, iyi insan haline getiririz. Bu açıdan asayiş konusu çok önemlidir. Nur Talebeleri her zaman asayişi muhafazaya dikkat etmişlerdir.

Said Nursî Hazretleri kırmızı çizgiler olarak nelerin altını çizmiştir? Siyasete karışmamak Nur Talebesinin esasi düsturudur. Çünkü hizmet-i Kur’âniye büyük bir hizmettir, ebedî uçları olan bir hizmettir. Dünyanın hizmetine, dünyanın işlerine asla ve asla alet olmaz. Ve dünyanın işleri yüzünden ihmal etmeye asla gelmeyecek yüksek bir hizmettir. Bu, devletin içerisine girerek, kadrolaşarak, oraya buraya adamını yerleştirerek olmaz. Bu çabalar utanç verici çabalardır. Cemaatlerin de, tarikatların da devletle alâkalı bir görev tanımları yoktur. Gerek cemaatler, gerek tarikatlar devletten yardım almazlar. Alırlarsa asıl hizmetlerine, ihlâslarına zarar gelir. Din hizmetinde istiğna, kanaat, iktisat düsturları çok önemlidir.

Aileden, okullardan tutunuz da ticari yapılara cemaatlere tarikatlara kadar herkesin yediden yetmişe birbirine tahammül eder şekilde olması meşveret ve şura ile aralarındaki konuları müzakere ediyor olmaları, şeffaf olmaları gerekiyor.

Hasan Güneş’in ikinci bölüm konuşması:

Dünya genelinde hani bir kaç istisnası olsa da hani son dönemlerde bazı bölgelerde otoriter liderler yükselişte. Ancak bunlar geçici. Dünyanın geleceği sivil, demokratik bir gelecek. Otoriter liderler 2. dünya savaşına neden olup dünyanın tepkisini çektiği için dünyanın yapılanması da artık daha sivil daha demokrat yapıları ve liderleri istiyor. Bu açıdan bakıldığında gerek İslam dünyasında gerek tüm dünyada artık demokratik olanlar şeffaf olanlar, İslami tabirle meşveret ve şuraya tabi olanlar, gerek cemaat olsun gerek tarikat olsun gerek devletler olsun daha çok ön plana çıkacaklar ve bunların halkları daha huzur ve refah içinde yaşayacaklar. Bu sebeple devletin de demokrat, İslami tabirle meşveret ve şuraya tabi olması gerekiyor. Bunların altyapısı temel yapıları da sadece devletin üst kademesindeki kişilerin demokrat olmaları meşveret ve şuraya tabi olmaları yeterli değil.

Aileden, okullardan tutunuz da ticari yapılara cemaatlere tarikatlara kadar herkesin yediden yetmişe  birbirine tahammül eder şekilde olması meşveret ve şura ile aralarındaki konuları müzakere ediyor olmaları, şeffaf olmaları gerekiyor. Toplam kalitecilerin dediği gibi, bir yerdeki kalite diğer yerleri çözmüyor, yani her sahada her yerde insanların demokrat olması lazım, birbirlerine tahammül ediyor olması lazım, birbirlerini kanun ve nizama meşru hak ve hürriyetlere sahip olması lazım onlara riayet ediyor olmasına tahammül etmeleri de gerekiyor. Bu hususlara bakıldığında İslam Dünyası’nda İslamın gelişmesine bakacak olursak ilk dönemlerde İslam’ın hızlı bir gelişimi vardır. Daha sonra hilafetin saltanata dönüşmesi vardır. O dönemlerde, Emevi Döneminde, İslamiyet hızla yayıldı diyebiliyoruz ancak buradaki İslamiyetin yayılması devletin askeri, siyasi ve ekonomik kanalından yayılması çok sınırlı olmuştur.

Hz. Hasan mesleği diye Bediüzzaman Said Nursi’nin hatırlatmış olduğu, yani “valiler, devlet adamları yerine bir çok veliler yetiştirdiler” dediği Ehl-i Beyt’in ve onun takipçilerinin şimdiki manada sivil dedikleri yani İslam’ı tebliğ etme neşretme şeklindeki faaliyetleri ta Türkiye sınırlarına bugünkü Güneydoğu’ya kadar öbür taraftan Orta Asya’ya kadar uzanan, Afrika’ya kadar uzanan faaliyetleri İslam’ın hızla yayılmasına vesile olmuştur. Yani devletten küsen insanlar, İslam’dan uzaklaşan insanlar bu zatların samimi faaliyetleri ile İslam’a tekrar ısınmışlardır. Yine Emeviler zamanındaki Bediüzzaman Said Nursi’nin İkinci Ömer diye de hatırlattığı o zat mesela bu tür zatların o faaliyetlerinin önünü açmasıyla insanlar topluluklar halinde İslam’a dahil olmuştur.

Devletlerin hataları o temsil cihetiyle İslam’a mâl edildiği zaman, toplumlar devletten küstüğü zaman sivil şekilde İslamiyete Hakk’a hizmet edenler devletin bu gibi eksikliklerini tamamlamışlar, devletin yıkılışını, çöküşünü önlemişlerdir. Hazreti Hasan mesleği gibi devlete bağlı olmadan tebliğ etme vazifesini devam ettirmemiz lazım. Tabii ki devlet bizim devletimiz olduğu için devlete karşı vecibelerimizi yerine getireceğiz, müsbet hareket şeklinde, asayişi muhafaza şeklinde olan ehl-i sünnet geleneğine elbette dikkat edeceğiz. Kur’an-ı Kerim’de Al-i İmran Suresi’nde “Hak’ta sebat eden, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir cemaat içinizde bulunsun” der.

Eski ümmetler zamanında büyük çöküşler olduğu zaman Hak dinden uzaklaşmalar büyük sapmalar olduğu zaman Cenab-ı Hak o kavimleri helak ediyor ve daha sonra başka bir peygamber gönderiyor. Artık ahir zamanda tekrar böyle bir şey sözkonusu olmadığına göre hakta sebat eden, iyilikleri söyleyen, yanlışlardan nehyeden bir topluluk mutlaka olması lazım ki büyük musibetlerden kurtulalım. Tabii bu hakikatleri hem neşretmek hem de doğruyu söylemek yanlış anlaşılmaması lazım. Akşemseddin gibi, Osmanlıdaki büyük şeyhülislamlar gibi, Zenbilli Ali Efendi gibi, Şeyh Edebali gibi zatlar devlet adamlarına ciddi ikazlarda bulunmuşlar ama mesela şu adamı bu makama getir gibi şeylere karışmamışlar. Ancak yapılan bir zulüm ve haksızlık varsa onları şiddetli bir şekilde, üslubuna da uygun bir şekilde ikaz etmişler. Bugün ulema olsun olmasın sivil olan her bir vatandaş bu ikazları yapmalı. İkazların yapılmadığı toplumlarda, mesela tarihte var.

Timur Devleti vardır. 1400’lü yıllarda Anadolu dahil İran’a Suriye’ye kadar her tarafta büyük zulümlere katliamlara sebep olmuştur. Evet büyük fetihleri yapmıştır ama büyük katliamlar da yapmıştır. Oralar şu anda da Türkiye’de bulunan tarikatların da bulunduğu yerler tarikat kurucusu olan şeyhlerin bulunduğu dönemler O zatlar maalesef hükümete, devlet terörü, devlet baskısının olduğu, şiddetli baskıların olduğu zamanlarda ikaz yapamamışlardır. Çünkü oradaki korku onların ikazlarına engel olmuştur. O ikazları yapamayışları o devletin ömrünün çok kısa olmasına sebep olmuştur. Fakat Selçuklu, Osmanlı dünya çapında devletler olmuşlar. İkazlara kulak vermişler. Onun için bugün de İslami gruplarda ilim ehli belirli şeyleri, Kur’an’ın prensiplerini bilenler bir sivil olarak gerekli ikazları yapmaları lazım. Şimdi dünya sivilleşmeye gidiyor. Devletler bugün ekonomiden çekilmeye çalışıyor, eğitimi bir şekilde belirli yerlere havale ediyor ve pek çok konudan çekilirken otoriter yönetimlere bakıyoruz, dini şeylere dahil olmaya çalışıyorlar, onlara müdahale etmeye, onları kontrol altına almaya çalışıyorlar.

Fransız İhtilali ile dünya yeni bir döneme girdi, Fransız İhtilali Avrupa açısından bir demokratikleşme hareketidir ancak bu kralların gitmesiyle yeni yöneticiler devlete geldiklerinde kendilerine yeni bir güç kazandırmak için okullardan tutun da dini şeylere kadar her tarafa şiddetli bir devletleştirme politikası uyguladılar. Fakat bunlar hiçbir netice vermedi. Osmanlı’nın da son döneminde tanzimatla beraber bazı liderler bu tip şeylere girdilerse de bir sonuç alamadılar. Aslında bugün devletlerin güçleri sivil hayattadır bugün devletler gerek ekonomik olsun gerek askeri olsun pek çok konuda ittifaklar falan da dahil olmak üzere büyük ittifaklar içerisindedir. O ittifaklardan ya da büyük devletlerin ezici kontrolünden kurtulmanın yönü demokrasidir meşverettir ve sivil toplumdur.

Bugün bazı topluluklar dünyanın belirli merkezlerinden alınan kararlarla belirli kitapları İslam Dünyası’nda yasaklatabiliyorlar, onların eğitimi ile ilgili çeşitli kararlar alabiliyorlar ancak batıdaki ülkeler diyorlar ki “biz bu tip şeylere karışmayız, nerede hangi kitap okunacağı gibi şeylere karışmayız, biz sivil bir toplumuz, kararlarımız meclisten çıkar, buradaki dini gruplara karışmayız” diyerek o büyük devletlerin kontrolüne karşı ciddi bir direnç oluşturuyorlar. Yani Avrupa’da küçük devletler var ama o büyük devletlerin kontrolüne girmiyorlar. Bunun sebebi onların demokrat olmasıdır, devletin halkın her şeyine karışmıyor olmasıdır. Yani onun için bu sivil mesele İslam’ın anlatılması, tanıtılması ve yaşanması meselesinde devletin bu şeylere müdahale etmemesi lazım. Tabii diğer bir husus da, devlet sivil olurken dini gruplar, cemaatler, tarikatlar de sivil olması lazım.

İşte Mevlana Halid-i Bağdadi, Üstadın takdir ettiği zat, o mesela müritlerine, talebelerinde özellikle mesela derdi ki; “Bir devlet adamıyla görüşürken yalnız görüşmeyin” derdi yanınızda bir kaç kişi olsun, yani bakın yani devlette o sizin adınıza giden başka görüşmeler yapmış olabilir, şeffaf olsun, karşılıklı söz verme falan filan gibi bu tip şeyler yani meşveret ve şuraya şeffafiyet özellikle dikkat etmek ve Hazreti Hasan mesleği gibi devletten bir şey beklemeden İslam’ın hakikatlerini yaşamak, anlatmak bizim önemli prensiplerimizden olması lazım. Bİr de bu eğitim meselesi de önemli yani şimdi Risale-i Nur’da bu kitaba bağlı olmadan yapılan faaliyetlerde, hizmetlerde, tarikatlarda da ciddi sıkıntılar çekilebiliyor.

1600’lü yıllarda mesela Hindistan’da bile o İmam-ı Rabbani’nin takipçileri İmam-ı Rabbani’nin eserleriyle birlikte Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sini okuyarak talebelerine dersler verirdi. Yani bazı tarikatların kendi tarikatlarına devam etmekle birlikte Risale-i Nur’u okumaları onun prensiplerinden Kur’an hakikatlerini anlamak hususundaki gayretlerinden uzak durmamaları lazım. Bu buna mani değil. Yani kendi şeylerinde devam edebilirler ancak bu Kur’an tefsirlerini okuyup istikamet hususunda hassasiyetlerini, ilim tahsilleri, çünkü İslam Dünyası’nın en önemli problemlerinden birisi de cehalet, okumamak, hakikatleri bilmemek yani Risale-i Nurla bunları da diğerleri, diğer tarikatlar da tamamlarlarsa memleketin büyük hayrına olacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*