Cuma namazı hürriyeti…

Cuma günü ve namazı Müslümanlar için mübarektir. O gün, haftalık beden temizliği de yapılır, akrabalar ziyaret edilir, komşular, dostlarla görüşülür, diyaloglar kurulur, meşveret edilir, kültür alış-verişinde bulunulur, kabirlerlere uğranılır v.s.

21. asırdayız. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz.

Acaba, Cuma namazı hürriyetimiz var mı?

İdârecilerimiz veya Batıperest bir kısım zevât, şimdiye kadar milleti şöyle avutmuşlardır: “Kimsenin camisine, namazına, din ve vicdân hürriyetine karışılmamıştır!”

Buyurun devlet dairelerine… Herkes rahatlıkla Cuma namazına gidebiliyor mu?

Buyurun okullara!

Buyurun bir takım şirketlere! (Vakit namazına, merdiven altlarında bile müsaade edilmiyor!)

Ve bu durumda şimdi buyurun cenâze namâzına!

Bir kısım şirketler, değil Cuma namazına, vakit namazına bile müsaae etmiyor!

Cuma tatilini, Cumartesi ve Pazara taşıyanlar (biri Yahudîlerin, diğeri Hıristiyanların tatil günüdür), milleti nasıl şaşkınlığın anaforuna atmış, değerlerinden uzaklaştırmıştır!

TBMM, bir Cuma günü, duâ ve Buharî-i Şeriflerle açılmıştı. Ama, 1925’lerde ilke ve inkılâpların icraat safhasına konmasıyla, Cuma tatili de nasibini aldı. 1935’lere gelindiğinde, tahribatın altyapısı tamamlandığı düşünülerek, Cuma tatili Pazar’a alındı.

Cuma namazı ve tatil meselesi, ülkemizde 90 yıldır kanayan bir yara. Aslında bu uygulama, yâni tatilin Cuma gününden alınıp başka günlere kaydırılması, 1400 yılı aşkındır Müslümanların şuuraltına yerleşmiş ve meleke hâline gelmiş olan “Cuma kültürünü” yok etmek, milletin vakit anlayışını tar ü mar edip şaşırtmak ve bocalatmak için değil midir?

Artık, hürriyet, demokrasi ve insan haklarının kemaliyle işleyeceği 21. asırdayız. Bu mesele, devletimiz için, idârecilerimiz için, demokrasimiz için, insan haklarımız için, hürriyetlerimiz için bir ayıp, bir kayıp değil mi?

Cuma namazı için memurlara, şirketlerde çalışanlara binbir takla attırmak, yalan attırmak ne korkunç bir şey!

Bir devlet, kendi vatandaşının din, vicdân ve ibâdet hürriyetini tanımazsa, o devlet vatandaşından, memurundan nasıl sadakat bekleyebilir?

Devletle milletin kaynaşamamasının en büyük sebeplerinden birisi de bu değil midir? Devlet, vatandaşının haklarını tanımıyor, üstelik bizzat kendisi gasbediyorsa, vatandaşı ona nasıl itimat edip müracaat edecek?

Bu ne zillettir ki, 21. asırda, baştan ayağa yasaklarla dolu bir anayasa, çarpık devlet sistemi, bozuk kanunlarla, anayasa ve kanunlarla çelişen yönetmelik ve tüzüklerle ve Cumasız yaşıyoruz!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*