Darbelere dair

Ne günler yaşadık zaman içinde,
Darbeler, diktalar, zulümler gördük
Tanklar geçit yaptı gül bahçesinde,
Zincire vurulan bülbüller gördük.

Yaşımızın elliyi epeyce aşması hasebiyle, yakın tarihin darbelerine yakından şahit olduk. 1960 yılında henüz beş yaşında olduğumuz için o günkü olayları net olarak hatırlamasak da, darbenin oluşunu birinci ağızlardan dinledik, sonuçlarını da zaman içinde bizzat yaşamak suretiyle görmüş olduk. Yine de 1960 darbesini “ilmelyakîn” olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyorum. Ama ondan sonrakileri ise bazılarını aynelyakin, bazılarını da hakkalyakin olarak görmüş ve yaşamış olduk.

12 Mart Muhtırasını da bir darbe sayarsak, darbe ile ilk tanışmamız 12 Mart’ta oldu diyebiliriz. O tarihte lise yıllarının verdiği merak ve heyecanla güncel olayları takip ediyorduk. İyi bir Yeni Asya okuyucusu olduğumuz için yaşananları Yeni Asya’nın bakış açısı ile değerlendiriyor, ona göre pozisyon alıyorduk. Bazı arkadaşların siyasîlere duydukları güvensizliğin yanlış olduğunu, bunalımlardan çıkmak için başka güçlerden medet ummaya gerek olmadığını savunuyorduk. Aynı zamanda komünizm ve anarşizme karşı iman esasları ile karşı koymaktan başka çare olmadığını, Yeni Asya’nın tavizsiz istikrar çizgisi ve okuduğumuz Risale-i Nur derslerinde öğrenmiş oluyorduk.

Daha sonra, 12 Eylül darbe-i münafıkânesine giden yolun da her adımına bizzat şahit olduk. Anarşinin en azgın yıllarını Ankara’da üniversite öğrencisi olarak yaşadık. Öğrenci yurtlarının, okul kampüslerinin, mahalle ve sokakların nasıl parsellendiğini gördük. Bir semte “Moskova Mahallesi,” başka bir semte “Ergenekon Mahallesi” adının verildiğini, birisinde yeşil parkalıların, diğerinde çengel bıyıklıların hâkimiyet kurduğunu, dershane ve amfilerde bile sağcıların sağ taraftaki sıralara, solcuların da sol taraftaki sıralara oturduğunu, “dindarlar” dedikleri bizlerin de orta sıralarda yer aldığımızı hatırlıyorum. Bu dehşet dengesi arasında nasıl bir tedirginlik yaşadığımızı takdir edersiniz sanırım.

Gençliğin kanı üzerinde ikbal hesapları yapanlar, nihayet ortamın olgunlaştığına karar verdiler ve 12 Eylül 1980 günü, harekete geçtiler. İşte benim de kendimi sıcak bir darbenin içinde bulduğum gün, 12 Eylül 1980 günüdür. Bolu İl Jandarma Alay Komutanlığında askerlik görevimi ifa ederken gerçekleşen bu darbede, biz de figüran olarak rol almış olduk. 27 Mayıs darbesini ilmelyakin, 12 Mart Muhtırasını aynelyakin bilirken, 12 Eylül darbesini hakkalyakin olarak yaşıyorduk. O gün hayatımın en ağır görevini yapmak zorunda kalmıştım. Mehmed Âkif’in “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın” dediği gibi, ben de “Allah bir daha beni böyle bir vazife ifa etmek zorunda bırakmasın” diye duâ ediyorum.

12 Eylül’ün geleceği, 11 Eylül’den belli olmuştu. Biz alay yazıcısı olduğumuzdan, 11 Eylül akşamı santrala şifreli mesajların geldiğini biliyorduk. Zaten kamuoyunda da bir darbe beklentisi olduğundan, bu mesajların hayra âlamet olmadığını tahmin etmiştik. O akşam komutanların da heyecanlı ve gergin olduklarını fark ediyorduk. Darbenin ne kadar kötü bir şey olduğunu, sivil hayatımızda bize ne kadar zorluklar çıkaracağını bildiğimiz için, endişeli bir bekleyiş içindeydik. Bazı safdil arkadaşlar ise, darbe olursa askerlerin siviller üzerinde daha etkili olacağını ve bunda kendilerinin de nüfuz ve itibar sahibi olacaklarını düşünerek sevinç duyuyorlardı.

12 Eylül sabahı saat 03.00’da alarm verildiği zaman, düğmeye basıldığını anlamıştık. Hemen silâh kuşanıp içtima yerinde toplandık. Alay komutanı duygusal bir konuşma yaparak, ordunun idareye el koyduğunu, bundan sonra bizi daha önemli ve zor bir vazifenin beklediğini, memleketlerimizde bulunan ailelerimizin daha huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşamaları için bizlere böyle vazife düştüğünü anlattı, sonra da “Bu harekât, vatana ve millete hayırlı olsun” diyerek sözlerini tamamladı. Bu arada, hemen karşımızda bulunan gazinodaki televizyonda Hasan Mutlucan’ın davudî sesinden kahramanlık türküleri duyuluyordu.

Konuşmalardan sonra darbenin ilk icraatına başlamak üzere vazife taksimi yapıldı. Bölükler mangalara ayrılarak, her manga bir sokak başını tutacak, vatandaşların sokağa çıkmasına engel olunacaktı. Biz de mangamızı alarak bir sokağın başını tuttuk. Tam bu sırada sabah ezanı okunmaya başlamıştı. İçime derin bir hüzün çöktü. Şimdi sabah namazı için evinden çıkan mü’minleri uyaracak, sokağa çıkmanın yasak olduğunu söyleyecektik. Yani o insanları cami yolundan geri çevirecektik. Böylece hayatımın en zor vazifesini yapmak zorunda kalacaktım. “Netekim” az sonra başında beresi, elinde asası olan bir amca evinden çıktı, camiye doğru yöneldi. Şimdi ben bu amcaya ne diyecektim? Bu yasağı kendisine nasıl anlatacaktım? Ama emir demiri kesiyordu. Mahcup bir şekilde, askere yakışmayan bir ses tonu ile “Amca bu sabah namazınızı evinizde kılın, sokağa çıkmak yasak” diyebildim. Adamcağız zaten karşısında tam teçhizatlı bir manga askeri görünce irkilmiş, yüzüne bir korku ve endişe düşmüştü. “Ama evlâdım ben sokağa çıkmıyorum, camiye gidiyorum” dedi. Biz de kendisine durumu izah etmeye çalıştık. İhtilâl olduğunu, ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı ilân edildiğini anlatmaya çalıştık. Daha sonra birkaç yaşlı amcaya daha aynı ikazı yapmak zorunda kaldık. Böylece 12 Eylül darbesi ilk darbeyi cami cemaatine vuruyor, bunu da bizim gibi dindar Anadolu çocuklarının eliyle yapıyordu. Bir gün önce darbe olacak diye sevinen arkadaşlara, “İşte darbe oldu ve babalarımız, dedelerimiz cami yolundan geri çevrildi, şimdi memnun musunuz?” diye sordum. Kimse ağzını açmıyor, herkes üzerindeki vazifenin mahcubiyeti altında eziliyordu.

Daha sonraki günlerde darbenin getirdiği pek çok mağduriyetlere şahit olduk. Nezarete attığımız insanların sabahlara kadar işkencelere maruz kaldığını gördük. Sanıkları konuşturmak için bedenlerine elektrik verilirken, bazen manyeto kolunu çevirmek zorunda kaldık. Bir taraftan da memlekette bulunan yakınlarımızı merak ediyorduk. Acaba onlar da evlerinden alınıp nezaretlerde bu şekilde sorgulanıyorlar mıydı? Sivil hayatta tanıdığımız arkadaşlarımız, gerici faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla aynı muamelelere maruz kalıyorlar mıydı? Gazetemiz kapatılmış mıydı? Risale-i Nurlar yine toplatılıyor muydu?

Biz böyle endişelerle günlerimizi geçirirken, memleketten gelen mektupların sayısı da azalmıştı. Zaten mektuplar açık olarak geliyor, gönderirken de “Er mektubu görülmüştür” damgası ile gidiyordu. Benim de evde bulunan kitaplarım arasında dinî yayınlar ve Risale-i Nurlar bulunuyordu. Köylere sık sık baskınlar yapılıp, silâh ve yasak yayın araması yapıldığını bildiğim için, kitaplarımı merak ediyordum. Eşime yazdığım mektuplarda da “o kitapları sakla” diyemiyordum. Çünkü mektuplar okunuyordu. Nitekim köyümüzdeki genel arama sırasında bizim ev de aranmış ve kitaplarım didik didik edilmiş. Ama eşim, feraseti sayesinde böyle bir aramanın olacağını düşünmüş ve askerler köye gelmeden Risale-i Nurları ve dinî kitapları saklamış. Arama sırasında evde bol miktarda kitap bulunduğunu gören askerler “Bu kitaplar kimin?” diye sormuşlar, hanım da “Eşimin kitapları, o da şimdi sizin gibi asker” demiş. Neticede “Her hangi bir suç unsuru bulunamadı” diye tutanak tutarak evden ayrılmışlar.

Darbelere dair söylenecek çok söz, anlatılacak çok hatıra var. Zira darbeler dönemi 12 Eylül’den sonra da devam etti. 28 Şubat gibi “Postmodern” denilen bir darbeyi daha hem aynelyakin, hem de hakkalyakin olarak yaşadık. 28 Şubat’ta Yeni Asya’ya yönelik baskılarda biz de nasibimizi aldık. “İlâhî İkaz” muhtevalı bir yazımızdan dolayı DGM’de yargılanıp 18 ay hapis cezasına çarptırıldık. Cenâb-ı Hakk’ın hıfzıyla ve Üstadımızın tasarrufuyla cezamız infaz edilmeden bu badireyi de atlattık. Ama üç yıl süren yargılama sürecinde ailece zor günler yaşadığımızı da belirtmek durumundayım.

Her zaman darbelerin en ağır bedelini dindar kesim ödemiştir. Özellikle tavizsiz istikrar çizgisinden ayrılmayanlar, darbelerin en büyük mağdurları olmuşlardır. Onlar mağdur olmuş, mahkûm olmuş, ama hiçbir zaman mağlûp olmamışlardır. Hakk’ın hatırını başkalarının hatırına feda etmeyen ve hiçbir baskıya baş eğmeyen muhabbet fedaileri, her devirde her türlü darbeye karşı dâvâsını müdafaa etmiş ve her zaman da muzaffer olmuşlardır.

Darbeler döneminin sona ermiş olmasını diliyor, bir daha darbelere dair hatıralar yaşanmamasını temenni ediyorum.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Abdil Hocam,
    Darbeler hakkında yazdıklarınıza can-u gönülden katılıyoruz. Darbe geleneğini memleketimizden silmeye çalışan ve millet iradesini hakim kılmaya çalışan adı Demokrat olmasa da meslekçe Demokrat ve Hürriyetçi ve üstelik Dindar olan olan kadrolara destek mahiyetinde bir paragrafla yazınızı bitirseydiniz çok daha bir yazı olurdu. Saygılarımla.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*