Dâvâ adamı olarak Mustafa Başoğlu

Demokrasi adına sendikacılık… Devrimci Avrupa’nın işçileri temsilinden tamamen farklı bir üslûp. Bu farklı üslûbunun farkına varan demokratlar, onu 1977 seçimlerinde aralarına aldılar. Mecliste emeğin nasıl temsil edileceğinin derdine düşmüştü. Ama Kemalizmin münafık 12 Eylül darbesine maruz kalanlardan olmuştu. Mücadeleci, sebatkâr ve demokrasiye bağlı kişiliği ona o ara dönemlerde de hizmet etme imkânı vermişti.

Demokrat sendikacı kimliğinin üzerine örttüğü dâvâ adamı vasfını 28 Şubat fırtınası ortaya çıkardı. Müslüman milletimizi an’anelerinden, dininden, değerlerinden ve sembollerinden arındırmak isteyen yerli ve yabancı ifsad şebekelerinin ittifak ettiği bu münafıkane hareket, devleti daha derince işgal etmişti. Dini, geleneği ve insaniyeti temsil eden değerlere karşı açılan savaşa ilk mukabele edenlerin arasındaydı Başoğlu. Zulmün, hukuksuzluğun ve vahşetin kanunlar perdesinde millete dayattırılmasına itiraz edenlerin başında geliyordu. Belki de onu Yeni Asya camiasına yaklaştıran, bu sebatkârane mücadelesiydi. Yalnızca yazılarını göndermiyordu; gönlünü, gür sesini ve cesurane haykırışını da katmıştı Yeni Asya kervanına…

Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde yüzbinlere ihtilâlcilerin zulmünü anlatıyordu. Yapılan zulümlerin hangi yalan ve hilelerle “kanun imiş!” gibi takdim edildiğini… Çalışkandı… Kitapçıklar hazırlıyordu, tebliğler yayınlıyordu. Ve toplantılarda broşürler dağıtıyordu. Bilhassa milletin bayrağı niteliğindeki kadının tesettürüne uzanan kirli elleri gösteriyordu. Bu kapkara ellerin emellerini; milletimizin ahlâk, namus, iffet, aile hayatı ve ekonomisini hedef edinenlerin sinsi maksatlarını gür sesiyle salonlarda haykırıyordu.

İstismar etmeden, demokratik çizgilerin dışına çıkmadan ve medenî insanların mantıklarıyla anlayabilecekleri bir üslûpla… Tavizsiz, müdahenesiz ve beklentisizce… Tam bir cihad ruhuyla… Bediüzzaman’ın 1935’te Eskişehir’deki muhteşem müdafaasına atıfta bulunarak… Karadeniz’in bu kahraman ve dindar evlâdı, Said Nursî’nin hem Eskişehir’de, hem Denizli’de, hem Afyon’da ve hem de 1952’de İstanbul’da Kur’ân’ın “tesettürü emreden âyetlerini” savunduğunun şuurunda olarak dâvâsını bayrağı kadar yükseklerde tuttu…

Takva derecesinde dindardı. Onu çok yakından tanımayan ve izlemeyenler bu yönünü fark etmezlerdi. Avrupa Nur Cemaatinin dâvetine icabet ederek Köln’deki panele geldiğinde, hususî sohbetlerde onun kalbinde tarikata da yer açtığına çok yakın dostları muttalî olmuşlardı. Çok kibar ve küçük taneli doksan dokuzluk tesbihini bir kardeşimize verdiğinde, mahremce ihsas etmişti. Dindarlığın, milletperverliğin ve hatta vatanperverliğin siyasette istismarına fevkalâde karşıydı… Belki de onun bu cihetini bilen kimi yazarlar ve bazı dinî cemaatler onun bayraklar gibi dalgalandırdığı tesettür mücadelesine rağmen, ona karşı vazifelerini yapmadılar.

Fakat Yeni Asya her zamanki gibi farkını ortaya koydu. Peygamberî pratiği cesurca müdafaa eden Başoğlu’na öyle sahip çıktı ki… Başyazarımız Kâzım Güleçyüz’den Faruk Çakır kardeşimize ve diğer köşe yazarı ve muhabirlerimize kadar…

Sahip çıkması Yeni Asya’nın misyonunun gereğiydi. Demokratlık, vatanperverlik, dindarlık ve tesettür meselesinde sebatkârane mücadele.. Bu vasıfları taşıyarak, Kemalizm karşısında eğilmeyerek ve ihtilâlcilerin yüzlerine adeta tükürerek fırtınalara karşı yürümek… Kolay olmasa gerek.

Cenâb-ı Allah’tan merhuma rahmet dilerken, kederli ailesine ve Sağlık-İş camiasına taziyetlerimizi sunuyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*