Deccalizmle mücadelede metod

alt

Deccalizmin Türkiye’deki ilk yansımalarını şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman: “…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim.

İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.’ O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir risalede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…”1

Ve tabiî deccalizme karşı muhakkak bir strateji geliştirmek gerekiyordu. Bunun da, siyaset ve maddî güç olmayacağı şüphesizdir. Siyaset ve madde ile bu akımlara karşı cevap verilemez, mukabele edilemez. Çünkü, hücumlar, “ilim, akıl ve fen”den gelmekte; münâfıkane bir siyasete, dessasâne idârî mekanizmalara ve teknolojik güce dayanmaktadırlar.

O halde, siyasetin hangi prensibi, hangi düsturu, hangi malzemesi, hangi esasları ile bu zihniyetlerin hücumları durdurulabilir? Üstelik siyaset değişkendir, hem de her siyasî akım, herkesi bağlamaz. Ancak Kur’ân nurları ve imân hakikatleri ile cevap verilebilir. Çünkü, cihanşumûldürler. Takip edelim: “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ tavsiyesine müracaatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdî edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyat-ı Şarkıye umûmî vaizliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaîyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.”2

Şu halde, İslâma hizmetle tutuşan gönüller, birinci plâna imân esaslarını almak mecburiyetindedirler. Evvelâ fikrî ve itikâdî yapı, kültürel altyapı sağlamlaştırılmalıdır. Bediüzzaman, siyaseti geri plâna atmasının sebebini ise şöyle açıklar:

“Şeriat ve hayat-ı içtimâîye ve siyasiye dâireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü dördüncü derecede kalıyor. Rivâyet-i hadîsiyede tecdid-i din hakkında ziyâde ehemmiyet ise, imânî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimâîye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.”3

Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 32.
2- Tarihçe-i Hayat, s. 131-132.
3- Kastamonu Lâhikası, s. 145.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*