Deizm: Çıkmaz sokak

Felsefî anlamda deizm, temel özelliği bakımından, kâinatın bir Yaratıcısı olduğunu kabul etmekle birlikte vahiy, nübüvvet ve ibadet gibi kavramları reddeden bir anlayışın adıdır.

Terim XVII. yüzyılda kullanılmaya başlamış olmakla beraber, zihniyet olarak kökü çok daha eskilere gitmektedir.

İslâm toplumunda, kendisini felsefî anlamda deist kimliği ile anan kişi ya da çevreler oldukça sınırlıdır. Ancak gerek dünyada gerek İslâm toplumunda gerekse de ülkemizde anlayış ve günlük yaşayışı bakımından vahiyle gelen mesajlara karşı duyarsız kalanlar sayı ve oran olarak hiç de az değildir. Bunları bir açıdan “pasif deistler” olarak anmak yanlış olmaz. Anlayış olarak kendilerini “ateizm”in dışında gören bu kimseler yaşama tarzı olarak onlardan pek de farklı olmayan bir hayat yaşamaktadırlar.

Gerek aktif deistler gerekse pasif deistler, evrenin Yaratıcısını kabul etmelerine rağmen vahyi ve peygamberliği kabul etmeyerek aslında büyük bir çelişkiye düşüyorlar. Kâinattaki en küçük bir varlıktan galaksilere varıncaya kadar her şeyi irade ve kudretiyle yaratan, yarattığı her şeyi güzel kıldığı aşikâr şekilde görülen, insanı diğer varlıklardan farklı olarak akıl ve çeşitli duygularla donatan bir Kudret nasıl olur da evrene hiçbir müdahalede bulunmaz? Nasıl olur da böylesine özellikler verdiği insana mesaj göndererek “rehberlik” yapmaz?

Teistlerle ateistlerin en büyük mücadelesi fizik âlemi var eden bir Gücün bulunup bulunmadığı zemininde gerçekleşiyor. Bu konuda teistlerin ateistleri ilzam etmeye dönük çok güçlü argümanları olduğunu biliyoruz. İnananlarla deistlerin mücadelesi ise temelde “vahiy” konusu etrafında devam ediyor. Deistlerce vahyin reddedilmesi, zorunlu olarak vahiyle gelen diğer inanç esaslarının ve dinî mükellifiyetlerin de inkârına yol açıyor.

Oysa gerek tarihî olarak gerekse aklî ve hissî olarak vahiy realitesini kabul edilebilir bir yaklaşım olarak önümüze koyan pek çok delil bulunuyor.

Bunlardan üçüne şöyle işaret edebiliriz:

a) İnsanlık tarihi aynı zamanda peygamberler tarihidir. Yaşadıkları dönemde, toplumun kendilerini “güvenilir” buldukları peygamberler, kâinatın Yaratıcısı tarafından kendilerine “vahiy” verildiğini iddia eden ve bu iddialarını o günkü şartlarda “mu’cizeler” ile, sonraki dönemlerde ise getirdikleri mesajın “içeriği” ile ispat ediyorlar.

b) Kâinatın kusursuz bir şekilde yaratılması, insanın bu âlemde “akıl, duyu ve duygularla” teçhiz edilerek dünyaya gönderilmesi, Yaratıcı’nın insana mesajı olması gerektiğini adeta zorunlu kılmaktadır. Aksi halde dünyanın, öğretmeni olmayan bir okuldan farkı kalmaz. Akıl, bu âlemde her şeyi hikmetli yaptığı gözlenen Yaratıcı’nın böyle bir hikmetsizlik yapmayacağına hükmediyor.

c) Vahiy ile gelen mesaj içeriklerine bakıldığında, bunların fizikî alemin, aklın ve diğer insani özelliklerin şahitliğinde, bunlarla “uyumlu” ve “kabul edilebilir” oldukları gözleniyor. Aksine insanın mesajsız bırakılması keyfiyeti, insanın insanî özelliklerine aykırı düşüyor.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse kâinatı Yaratan bir ilah inancı ile O’nun insanlardan birisini nebi olarak seçerek ona vahyetmesi arasında çok büyük bir gereklilik vardır. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bunu, “uluhiyet, irsal-i rusulü (peygamberler göndermeyi) iktiza eder” cümlesiyle ifade ediyor.

Diğer taraftan vahiyle gelen mesajları, en genelde inançla ve amelle ilgili mesajlar şeklinde ikiye ayırabiliriz. Yani kâinatın Yaratıcısı, aynı zamanda bize, kâinatın sonu, insanın akibeti, görevleri ve sorumluluğu konusunda da hayatî açıklamalar yapıyor. İnanç alanında meleklere, ahirete (Cennete ve Cehenneme), kitaplara, peygamberlere ve kadere imanı öğreniyoruz. Amellerle ilgili olarak da gerek Yaratıcımıza karşı gerek topluma karşı hatta gerekse kâinata karşı görev ve sorumluluklarımıza dikkat çekiliyor.

Deist anlayışların temelsizliğini anlamak için düşünelim: Söz gelimi, iyilik ettiğimiz bir insandan teşekkür beklemez miyiz? Peki, bu kâinatı yaratan ve biz insanlara sayısız nimetler veren Yaratıcımızın bizden istediği ve beklediği görev ve sorumluluklar yok mudur? Olmamalı mıdır?

Kendi açımızdan bakalım. Biz, sevdiğimiz ve yararlandığımız her şeyi yaratan Rabbimize karşı, insanî olarak O’na şükretmek istemez miyiz? Peki, vahiyle bildirdiği rehberliği olmazsa O’na karşı teşekkürümüzü nasıl yapacağız? Diğer taraftan sayısız arzu ve isteklerimiz var.

Kâinatı ve kâinatdakileri yaratmasından görüyor ve anlıyoruz ki O’nun sonsuz Kudreti ve imkânı var. İhtiyaçlarımızı karşılaması için O’na talepte bulunmayacak mıyız? O’na duâ etmeyecek miyiz? Peki, vahiy olmazsa, nebi olmazsa, yani O’nun rehberliği olmazsa teşekkürümüzü ve/veya duâmızı nasıl yapacağız?

Tekrar pasif deizme gelelim. İnsanların büyük çoğunluğu yüzeysel nitelikte de olsa Yaratıcı Güce inanıyor. Fakat hayatını O’nun mesajlarına göre değil de kendi “heva”sına göre, yaşıyorlar. Vahyî mesajlara alabildiğine duyarsız kalıyorlar. Dinî mükellifiyetlere, bazı özel günler hariç yer vermiyorlarsa bunu nereye koymak gerekir?

Görüldüğü kadarıyla, toplumumuzda da, bu konuda giderek artan bir problemler dizisi müşahede ediliyor. Dinî mükellifiyetlerini yerine getirmeye çalışanların oranı her geçen gün düşüyor. Elbette bu geniş kitleyi “pasif deistler” olarak anamayız, ama inançların zayıflaması, farzları yerine getirmede ve büyük günahlardan kaçınmada ortaya çıkan “gevşeklik” yakın ya da uzak gelecekte pasif deizme açılan bir koridora dönüşebilir, kaygısını taşıyoruz!

Güçlü bir ibadet şuuru ancak sağlam bir iman temeli üzerine inşa edilebilir. Hiçbir propaganda imasına yer vermeden, samimiyet içinde belirtilmelidir ki, Kur’ân’ın günümüz problem ve anlayışına bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu konudaki problemler için hem nazariyatta hem pratikte müstesna bir program olarak önümüzde duruyor! Kılavuzluğuna baş vurmak isteyenlere!

Hüseyin Şahinoğlu

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*