Din-dünya dengesi ışığında ülkemizdeki son hadiseler

Ahirzamanın netameli konularında kalem oynatmak, fikir beyan etmek kolay değil. “Sistem ve prensip” yerine heves ve hevanın baskın çıktığı bir atmosferde yazı yazıp, düşünce beyan etmek ve “kendini ifade etmek” sabır, teenni, itidal, anlayış ve cesaret istiyor. Çoğu zaman da yanlış anlamalardan kurtulamıyorsunuz. Biz yine de hakkı savunmak için bu alanda zor da olsa fikir beyan etmeye çalışacağız.

Tarihî şahadetiyle insanlığın bugün en fazla ihtiyaç duyduğu huzur ve saadetin kaynağı maneviyat ve dinde olduğu kesin.

“Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle (genişlikle) beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini (halk tabakasının anlayışını) okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 68; Katre, Zeyl) diyen Bediüzzaman buna işaret ediyor.

Bunun için özellikle inanan herkesin, her daim; “Hakka” karşı kuvvetli bir imana, şuurlu bir itikada ve teslimiyete sahip ve mazhar olması gerekiyor. Kavganın, terörün, tahribatın yegâne ilacı ve çaresi tahkikî bir iman, Kur’ânî bir itikad ve sünnete tam mutabık bir hayattır.

Ne var ki; karşı vadilerdeki dessas zalimlerin aldatıcı tuzakları, bitmeyen hırsları, menfaat odaklı planları, doymak bilmeyen hevesleri, dünyayı bu doğrultuda dizayn etme projeleriyle meydana getirdikleri atmosfer; bilerek veya bilmeyerek ehl-i imanı dünyevîleştiriyor. Tuzaklara düşürüp, birbirine karşı karşıya getiriyor ve kaçınılmaz tarafgirlikler oluşturuluyor.

Manevî vadilerde olduğunu söyleyenler ise; en başta nefis olmak üzere; şeytan, kör hissiyat, maddî menfaat, rekabet, şöhretperestlik, vehim gibi hislerin tesirinde kalarak, en kötüsü de “dünyevileşme” hastalığının tesirinde kalarak, Kur’ân ve Sünnete muhalif bir hayatı isteyerek veya istemeyerek tercih etmekle karşı karşıya getiriliyor. Şu anda inananların en büyük imtihanı olan “dünyevîleşmek” hastalığının kaçınılmaz cazibesi ve aldatmacasından kurtulmanın çaresi bellidir. Kur’ândaki İslâmiyeti yaşamak!

Günü kurtarma, istikbali ve dünya şartlarını tam olarak okuyamama şuurundan uzak değerlendirme ve saplantılar başka bir dert.

İlâhî hakikatlerin atmosfer ve ikliminden uzak indî ve şahsî yorumlar düşünce dünyamızı boğuyor.

Ülkemizde ve âlem-i İslâmda yıkım, hayret ve ibretâmiz sahneleri yaşamamızı bunlardan başka ifade edecek görüşlere eyvallah. Fakat ana başlıkları aşağı yukarı bunlardır diye düşünüyorum.

Kırk yılı aşkın bir süredir Yeni Asya camiası olarak; garazsız, masumane, hak namına, Risale-i Nur’un mukaddes dâvâsı uğruna, Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Sünnet namına olan çizgisini her türlü dünyevî, siyasî, şahsî, cemaatî menfaat ve fikirlerden uzak tutmaya çalıştığımız bir vakıadır. Bu mukaddes emanete bulaştırılmaya çalışılan, “şahıs bazlı” gölgeleme çabalarına da; “siyaset bazlı” menfaate ve hisse bağlı eğilim ve oluşumlara da “hak” namına karşı çıktık. Medenî ve nazik bir şekilde bütün yayınlarımızla, toplantılarımızla, konferans ve seminerlerimizle bunların doğru ve müsbet İslâmî hareket tarzına uymadığını anlatmaya çalıştık ve buna da devam ediyoruz.

28 Şubat’ın gerçek müsebbiplerini daha izah edemeyişimizin hazin sıkıntısını yaşarken, 7 Şubat ve 17 Aralık gibi yepyeni bir başka hadiseyle karşı karşıyayız. Toplumun ezberini bozan bu ortamda, bu söylemlerin yeni baştan tekrar öne çıkarılıp izah edilmesine ihtiyaç doğmuş oldu.

Bunlar; “din” ve “siyaset” alanlarıdır. Bu iki kavram Kur’ânî bir tarzla yeniden ve acilen tekrar izah ve tesbit edilip yerli yerine oturtulmalıdır. Kavram kargaşasının tavan yaptığı bu yeni oluşumda; hukuk, emniyet, eğitim, sosyal münasebetler, devlet, cemaat başlıklarının yerli yerine oturtulması gerekiyor.

Dini ve mukaddes değerleri hiçbir şekilde dünyaya âlet ve vasıta etmeyen Risale-i Nur hakikatleri ve Bediüzzaman tatbikatını yeniden anlamaya ve anlatmaya çok büyük bir ihtiyaç vardır. Yoksa ehl-i iman bu depremlerle karşı karşıya gelmekten kurtulamaz.

Kavga edenler, daha doğrusu “kavga ettirilenler”den bir tarafın İslâm’a tam uymayan “bedduâya” yönelmesi, diğer tarafın bunu kerhen de olsa neticede bir “üst akıl” gerçeğine bağlama noktasına gelmesi olayın önemli bir sır noktasıdır aslında.

Dünyevî ve dış güçlere bilerek veya bilmeyerek âlet olunmanın acı ve ıztırap veren bu itirafları ve gerekçeleri Hakk’ı da halkı da tatmin etmez. Yaşanan bu korkunç anaforları bahanelere vererek durumu kurtaramazlar. Ne din istismarcılığı, ne de siyaset bezirgânlığı ortamı yumuşatır. Bu ancak bir tek şeyle mümkün olur; her şeyin aslına rücu etmesi, kendi sahası ve zeminine dönmesiyle!

Dört sene önce “okyanus ötesinde” kaynağından aldığımız “Risale-i Nur’un önünü kesme” ve “siyasî deprem” sinyallerinin zındıka komitesince planladığını söylediğimizde yakın dostlarımızın bazılarından “hayalcilik” suçlamasına muhatap olmuştuk. Alarm ve bilgilendirme mahiyetindeki ikazımızın olayların zuhurundan sonra geciken “özür” beyanlarını şimdi duymak acı, ama bir gerçek! Zaman ve zeminin zorluğundan dolayı o zaman çok dar çerçevede ve samimi dostlarla paylaştığımız bu bilgilendirme ve ikazın hayal ve boşuna olmadığını zaman açıkça gösterdi. Artçı deprem niteliğindeki şu andaki dehşetli hadiselerin Türkiye’ye biçtiği misyon ve vizyonu kalabalık kitlelere değil samimî dostlarımıza da anlatmada şu anda yine çok zorlandığımız bir vakıadır. Bu derin oluşumların tahribat ve neticelerini çoğu zaman kendi vicdanımızda kaderle irtibatlandırarak ancak teselli bulabiliyoruz.

Keyfiyete ve samimiyete değil; kemmiyet ve şahsiyete dayalı olduğu açık olan meşhur “hizmet” oluşumunu da, menfaate dayalı yüksek dereceli psikolojik “İslâmî hareketi” veya “siyasal İslâmı” da; bu ortamda sözle, fikirle izah ve ifade etmenin zorluğunun bizatihi farkındayım. Bu güzel ülkenin aleyhinde yılların tecrübesiyle meydana getirilen derin hesaplı ve sırlı planlı projeli oluşumların açılımını ve deşifre edilmesini sağlamanın hiç kolay olmadığını bildiğimi sanıyorum. Karartma planlı bu oyunların halk tabakalarına ve samimî dostlara anlatılması, paylaşılması açısından çok zor bir zaman ve zemindeyiz. Konuya değinme bile maalesef bazan kabil-i iltiyam olmayan yaralara, kırılmalara, inatlaşmalara ve çatlamalara sebep olabiliyor.  Çünkü “imanla siyaset” dengesini hâlâ tam kuramamış bir ortamın içinde ve girdabındayız. Toplumdaki mütehayyirliği aşmanın hele de bu ortamda hiç kolay olmadığı bunca tecrübeyle sabittir. Kırmadan dökmeden sabır, sebat; kaynağa dayalı nazik ve uzun izahlara dayanan ilm-i siyaseti; günlük siyasetten ayırt etmek hiç kolay değil. Bu derin ve oldukça zor konuyu sabır taşını ilme ilme işleyerek ve bazan da zamana bırakarak bir şekilde aşmak zorundayız. Çünkü zamanın ve zamanların “Bedi” sultanının şu muhteşem tesbiti gönlümüze teselli veriyor: “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, îtiraz olunmaz.” (Münâzarât, sh: 70)” “Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahvâl ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Müfessir-i azîm olan zamanın…. vb” (Muhakemat, s. 19/20)

Çünkü yirmi asrın başlarında, doğudaki Kürt aşiretlerinden başlayarak ülkenin her kademedeki yetkili ve sorumlularına kadar herkese en yüksek perdeden “demokrasiyi” anlatmak için bir ömrü feda eden Hz. Bediüzzaman bile; bazılarının bunu yüz senelik zamanda da kavrayamayacağı tesbitini yapıyor. Onun bu tesbit ve yorumuna atıfta bulunarak işin zorluğunu bir defa daha teyit etmiş olalım.

Risale-i Nur’dan her türlü sıkıntı, mutsuzluğa çare, ilâç ve tedavi, manevî bir tavsiye ve tesbit: “Ruhumun feryadına ve kalbimin vâveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid ile, Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, umumî kanunların tazyikatları ve hadisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya her şeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve her şeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve her şeyin derdini bizzat dinlemesi ve her şeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi olduğunu, sırr-ı Kur’ân ve nur-u iman ile bildim.” (Şuâlar, 2. Şuâ, s. 16)  

Ülkemizde yaşanan son “iktidar, cemaat” meselesi herkes kadar bizi de ilgilendirmektedir. Bu konunun çok geniş, farklı, derin ve dış bağlantılı olduğunu bilmek gerekir. Kesin kanaatim şudur ki; bu öyle masumane iki tarafın çekişmesi değildir. Yılları içine alan dış bağlantılı büyük hesap ve planların karşılıklı ve gayeli olarak zaman içerisinde ince ayarlarla “İslâmî” görüntülü ve bağlantılı olduğu “kabul ettirilen” iki tarafın bir “takışmasıdır”, daha doğrusu “takıştırılmasıdır.” Bu noktayı hiçbir zaman gözden uzak tutmayalım.

Bir önemli nokta: Her iki tarafta olayların farkında olmayan masum ve mağdur ehl-i iman kardeşlerimiz, taraftar ve müntesipler vardır. Bunların bu meselede ayrı tutulması ve masumiyetleri teslim edilmelidir.

Bir başka nokta: Ehl-i iman olan iki tarafın alenî olarak medya diliyle ve umuma açık beyanlarla birbirlerini suçlamaları ve insafa sığmayacak ifade ve hakaretlerini doğru ve insanî bulmuyoruz. Zira inandırıcı olamazlar. On yıldan fazla bir zamandan beri bu kadar samimiyet ve karşılıklı menfaate dayanan tatbikatları ve birliktelikleri var. Onun için hiçbir şekilde bu işi daha ileriye götürmemeleri ve dış güçlere ve nefislerine, hislerine âlet olmamalıdırlar. Fakat bu kısım da maalesef ellerinde değil görünüyor. Onu da bilmek lâzım.

Geniş kitlelere bir Yeni Asya camiası mensubu olarak beyanımız şudur: Bu yapılanların hiçbirinin içerisinde iman, İslâm, Kur’ân, Nurculuk ve Risale-i Nur dâvâsının ölçüleri yoktur, olamaz. Dinin ve siyasetin alanları ayrı olmalıdır. Birbirine karışmamalıdır. İki tarafın veya şahısların yanlışlarını İslâm’a, Müslümanlara ve kudsî dâvâya kimse mal edemez ve etmemelidir. Dış güçlerin bundaki menhus emellerini, planlarını, ellerini ve hesaplarını nazarlardan uzak tutmamak gerekiyor.

Duâmız ve temennimiz: Şuurlu, imanlı, samimî, ihlâslı hallerin hayatımızda daha çok yer bulması ve yerleşmesi…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*