Doğru hayat algısı için doğru kader inancı

Okuma programlarının Risâle-i Nur’un konularında ihtisaslaşma zamanları olması gerekliliğinden yola çıkarak, Bursa Uludağ’da yaptığımız bu seneki okuma programını “kader” konusuna ayırdık.

On liseli, beş üniversiteli talebe ile yaptığımız bu programda, kader meselesini anlamaya, mütalâa etmeye çalıştık. Her okuyuşumuzda yeni yeni pencereler açılan bu mevzu, bu okumamızda da bir hayli meyve vermişti.

Daha çok soru ve cevaplı mütalâa ettiğimiz kader sohbetleri yaklaşık iki saati buluyordu. Uzun zamandır beraber dersler yaptığımız bu grubun, imanın nihayet hududunu gösteren bu meseleyi anlayacak seviyede ve birikimde olması, konu mütalâalarından, farklı bakış açıları ve soru kalitelerinden anlaşılıyordu.

Üstelik kader mevzuunu bu okuma programının ihtisaslaşma konusu olarak seçmemizin birçok sebebi vardı. Zaten ilk dersimize “Neden bu mesele bu kadar önemlidir? Kader inancının doğru algılanmaması halinde günlük hayatta nasıl gafletkârâne ve hatta şirke ait sözler ağzımızdan çıkıyor?” soruları ile başladık.

Zirâ hayat içerisinde yaşadığımız, karşılaştığımız hadiseleri doğru okumanın ve değerlendirmenin temelini, kader inancının sağlamlığı belirliyordu. Bu mesele o kadar önemli idi ki, insanların hayat görüşlerini, algılarını, yaşantılarını, tercihlerini, standartlarını hatta hastalıklarını belirlemekteydi.

Öncelikle bu meseleyi geniş dairede düşündük ve işe Doğu kültürü ile Batı kültürü arasındaki farklarla başladık. Çünkü Doğu ile Batı kültürü arasındaki belirgin farkın temelini kader inancı oluşturmaktaydı. Batı kültürü Yaratıcıyı dışlayan bir bakışla yetiştirdiği bireylerine adeta, ‘potansiyel bir tanrı olma’ edasıyla hayatlarını kendilerinin tanzimleriyle oluşturduklarının dersini vermekteydi. Doğu toplumlarında ise, durum tam tersi, cüz’i ihtiyârı yok sayan, kaderin yaptığı plana ‘tembelkârâne bir tevekkül’ anlayışı içerisinde teslim olan bir anlayış hâkimdi. Kendisini, olayları kontrol etmeye adamak yerine, olayların akışına bırakmayı seçmişti. Doğu insanı, hayatını kontrol edip, tercihleri ile geleceğini biçimlendireceğine inanmaz, bundan dolayı da dünya işlerine önem vermezdi. “Her şey olacağına varır”, “Başa gelen çekilir”, “Kısmetinde varsa ayağına gelir” anlayışı Doğu kültürünün cebriyevârî, cüz’i ihtiyariyi yok sayan slogan cümleleriydi aynı zamanda.

Hâsılı, Batı ile Doğu arasındaki belirgin hayat algısının temelini kader inancı oluşturmaktaydı. Hayatlarını biçimlendirmeleri, çalışmaları, bakış açıları, tercihleri ve hatta hastalıkları dahi bu algı etrafında şekillenmekteydi.

Meselâ, Batı’da her şeyi kontrol altında tutma çabası, yoğun streslerin yaşanmasına ve insanların hayat yorgunu hâline gelmesine sebep olmaktaydı. Batı’nın teknolojik ilerlemesinin altında yine her şeyi kontrol felsefesi yatmaktaydı. Doğu insanında ise, ‘kadercilik’ anlayışının hâkim olması dolayısıyla daha az stres yaşanırken, tabiatı olduğu gibi kabul ederek, kendini geliştirme azmi içerisine girilmez ve tembellik döşeğine atılınırdı. Yani Batı insanı tabiatı kontrol etmeye, Doğu insanı ona uyum sağlamaya çalışmaktaydı.

Oysa, İslâm’ın kader anlayışı bu iki algıdan tamamen farklıydı. İslâmî kader anlayışında kişinin elinden gelenini en iyi yaptıktan sonra, sonucu Allah’ın takdirine bırakmak vardır. Ehl-i Sünnet görüşü olan “Gayret bizden, takdir/tevfik Allah’tan” inancı, sağlam kader inancının söylemidir.

İlk dersimizi hayatî algılarımızın, tercihlerimizin temelini oluşturan bu mevzunun önemini kavramak üzerinde tamamladık. Zira açlık hissetmeden yenen yemeğin tadı hissedilmez. Bu yüzdendir ki talebeler ikinci derse ihtiyaçlarını ve dersin önemini kavrayarak hazır hâle gelmişlerdi. İman hakikatlerini hayatın içine indirememek, hayatın her karesini inanç ve iman algısıyla okuyamamak, birçok problemin temelini teşkil ediyordu. Talebelerle yaptığımız mütalâalarda en çok üzerinde durduğumuz meselelerden biri bu oldu. Dersler üzerinde mütalâalarımız derinleştikçe kader ile ilgili hiçbir problem taşımadığımıza dair kanaatlerimiz zayıfladı. Çünkü itikadî açıdan kader inancı hiçbir mü’minin tenkit parmakları ile yoklamadığı ve teslim olduğu bir inanç iken, pratikte bu inancın yansımalarının hiç de öyle olmadığı dikkatlerimizi çekti. Yani gün içerisindeki bir saatlik tefekkürî okumalar, 24 saat hayata Kur’ân nazarıyla bakmayı netice veriyordu.

Nazarların mânâ-i harfî olup, hikmet ve ibadet haline gelmesi, imanın şartlarını iyi bilmek ve doğru bir inanca sahip olmaktan geçmekteydi. Bunların en önemlisi olan, imanın nihayet hududunu gösteren kader mevzusu ise, adeta hayatî algıların istikameti, pusulası hükmündeydi.

Talebelerin sorduğu sorular ve bizim yönelttiğimiz sorular aslında hepimizi test niteliğinde olup, kader mevzuunda ehl-i sünnet görüşünü öğrenmek gerekliliğini ortaya çıkarmıştı. Bu konunun ifrat ve tefritleri olan mu’tezile ve cebriye görüşlerinin hayatın içerisinde hâkim olan söylemlerine dikkatleri çekmek ve vasat çizginin sağında ve solundaki dikenli uçurumların farkına varıp, doğru bir inanç sahibi olmak zarureti kendisini gösterdi. Aksi halde itikadî kaymalar kaçınılmazdı.

Netice itibariyle, günahlardan uzak olarak geçirilen bu nurlu saatler ve üç ayların bereketli günlerinde yapılan bu mütalâalar çok güzel meyveler vermişti. Zira ilmin önünde en büyük engel günahlardır. İlim, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur. Günahlar ise bu nuru söndürmektedir. Okuma programlarının şehir gürültülerinden, teknolojik haram girdilerinin olduğu âletlerden uzak yerlerde bolca tefekkür yapılacak yerlerde olması programlardan alınacak feyzi arttırmaktadır. İnşâallah, okuma programımızın meyveleri ile ilgili, kader mevzuunu anlamamıza yardım eden sorular ve cevaplar çerçevesindeki yazılarımızı, takip eden haftalarda paylaşacağız.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*