“Doğru İslâm´´ veya “Yeni Asya´nın misyonu´´

İslâm âleminde peşpeşe yaşanan maddî-mânevî mağlubiyetler ve bu mağlubiyetleri takib eden keşmekeşliklerle dağınıklıklar; Müslümanların ciddî mânâda kendilerini sorgulamaları ve hâdiselerdeki çözüm prensiplerini gündemlerine almalarına sebep oldu. Bu süreci netice veren yanlışlar nelerdi, doğrular neler olabilirdi? Âlem-i İslâm münevverleri Kualalumpur’dan Darü’l-Beyzâ’ya kadar birbirleriyle mütemadiyen bu meseleleri konuşuyorlar ve tereddîden çıkış için çözümler üretmeye çalışıyorlar.

Âlem-i İslâm’ın hâl-i pürmelâli, Selef-i sâlihînin asırlarında başarıyla uygulanmış ve zamanını mutlu etmiş metodların, şu zamanın meselelerine cevap vermediğini gösterdiğine göre, bizi şaşkınlıktan, hayrete düşmüşlükten ve yer yer nâümit almaktan kurtaracak çareler nelerdi? Bu arada Bediüzzaman Hazretlerinin direkt Kur’ân ve sünnetten aldığı “âhirzaman metodu”nun dışındaki, tüm mevcut modellerin de yer yer denendiğini belirtmek lâzım. Bediüzzaman Hazretlerinin Asr-ı Saâdeti esas alarak bu asra ve musibetzede insanlarına sunduğu modelin hayata sunulmasının üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen sözkonusu modelin doğruluğundan, güzelliğinden ve başarısından başka birşey duyulmadı. Anadolu’yu merkez edinerek bir taraftan İslâm âlemine, diğer taraftan Avrupa’ya yayılan modelin yasaklanması için dahilde münafıklar, hariçte mütecâviz kâfirler karşı durdukları, ittifak ettikleri halde, Risâle-i Nur’un bugün otuz dilde hayat bulmasına mani olamamışlar. Kur’ân’ın bu zamanda sosyal hayata yansımasını da hedef edinen “Risâle-i Nur’un” bugüne kadar, bilhassa Müslümanlar arasında lâyık olduğu mevkii almamasının sebebini biraz da “Risâle-i Nur’u” okuyanlarda aramak istiyorum. Veya kendimde.

Bediüzzaman’a dünyayı zindan edenlerin; dinsiz, sefih ve mütecaviz ikinci Avrupa’ya servis yapan dahildeki münafıklar olduğunu eserlerinden öğreniyoruz. Münafık, merdâne karşı durmayacağından, daima sûret-i haktan görünmek üzere hileye başvuracaktır. Bunlar, daima arkadan Bediüzzaman’ı vururlarken; hiçbir zaman esas maksatlarını kamuoyunda açıklamadılar: Milliyetçilik perdesi altında evvelâ tam ırkçılık yaparken, bu ırkçılıklarını “doğru İslâmı” kaybetmek üzere tahribe dönüştürdüler: Avrupa ile Asya’yı, Hıristiyanlıkla Müslümanlığı yanlış mukâyeselerle işi “protestan İslâma” kadar götürdüler: Dinsiz felsefenin sefâhatiyle İslâmın yaşayış ve ahlâkını telif etmeye “modern İslâm” veya “çağdaşlaşma” ismini taktılar: Gele gele yine ırkçılığın esas olduğu nifaklarını “Türk-İslâm sentezi” veya “Türkiye İslâmı” olarak bugün takdim ediyorlar. Nifaklarının tek hedefi vardı: “Doğru İslâmı” ortadan kaldırmak. Bediüzzaman Hazretleri Avrupa kâfirleriyle müttefik çalışanlara karşı modelini “Asr-ı Saadet modeli” olarak insanlığa takdim edince, sunî gecelerin üzerine “Kur’ân’ın Nuru” doğdu. Teorik veya nazarî olarak hiçbir düşmanın bilimsel yönden itiraz edemediği Risâle-i Nur’u yine hilelerle yasaklamaya, gündem dışı bırakmaya çalışanlara, biz Risâle-i Nuru okuyanlar da acaba –bilmeyerek– arzularına yardımcı olmadık mı?

Risâle-i Nur, evvelâ ferdin imanını, sonra da fertlerden oluşan cemiyetin imanını kurtarmayı hedef aldığı halde, acaba biz “kavgasız, gürültüsüz ve daha rahat olan” fert alanında mı kaldık? Bu Kur’ânî modeli, cemiyetin yaşadığı hayata çıkan kapılardaki insafsız münafıklardan çekinerek yeteri kadar izhar mı edemedik? Halbuki Bediüzzaman Hazretleri Medrese-i Yusufiye olarak isimlendirdiği son hapsi olan Afyon’dan sonra, modelinin pratiğini yavaş yavaş vitrine çıkarıyor. Menfâlarda, zindanlarda ve tecrithânelerde kaleme alınan Kur’ânî modelin, etrafındaki talebelerle sosyal hayata tatbike başlanıldığını görüyoruz. Zannediyorum ki; Risâle-i Nur’u okuyanlar, çeşitli anlayış veya endişelerle bu hakikatleri “cemiyetin hayatına” taşımayınca, münafıklar başta Anadolu olmak üzere birçok İslâm ülkesinde, “Yanlış İslâmı”, zalim Avrupa kâfirlerinin yardımıyla Müslüman topluluklarda hâkim kılmak için hükümetleri kullanarak çalıştılar. Halbuki “Doğru İslâmın” bir prensibi, protestan İslâmın binlerce yanlışını izâle istidadında iken, bilmeden zındıkanın oyununa geldik ve dört duvar arasında bu “kudsî modeli” hapsettik.

Bediüzzaman Hazretlerini 1917’lerde Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’den bu yana sinsice takib eden dinsizlerin, yazılan her yeni eserle perişan olduklarını ve girdikleri panik havasıyla Üstadı tam 21 defa zehirlediklerini, İslâm âlimlerinin de merhum Mustafa Sabri, Şeyh Bahid, M. Akif’ten bu yana Risâle-i Nuru sitayişle methetmelerine rağmen, biz münafıkların nifaklarını açığa çıkaracak olan bu “Asr-ı Saadet modelinin” bir kısım insanlara has imiş gibi davrandık ve doğru İslâmı Müslümanlara sunamadık. Yanlışların, sahtelerin, yalan ve taklitlerin toplumda taban bulmaması için “doğru”nun, doğruca takdimi lâzımdır. Türkiye’deki münafıkların, Risâle-i Nur’un kendi kimliğiyle cemiyette temsilini –kesinlikle– istemediğini, Yeni Asya gazetesinin başına gelen hadiselerden anlıyoruz. Selef-i Sâlihin’den hangi ismi, eseri veya metodu takdim edersen et. Pek rahatsızlık duyulmadığını birlikte görüyoruz. Fakat Bediüzzaman veya Risâle-i Nur için aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri için hemşehrileri olan Vanlılar, bir mevlid için emniyete müracaat ettiklerinde de bunu yaşıyorlar: Dilekçeyi takdim eden Rauf Zernekli derdest edilerek Van’dan Ankara’ya gönderiliyor. Büyük cürüm. Ankara Kocatepe Mevlidi ve nihayet İlâhî ikâz… Avrupa zalim kâfirleri dahildeki münafıklar vasıtasıyla Risâle-i Nurun sosyal hayata çıkışını engellemeye çalışıyorlar. Veyahut “Doğru İslâmın” dalgalanmasına tahammül edemiyorlar; Yeni Asya’nın en büyük misyonu tam otuz üç senedir, “Doğru İslâmın” model olarak adresi olan Risâle-i Nur’u kimlik edinerek gelmiş olmasıdır. Bu ise hem İslâm âleminin, hem de Avrupa’nın mukadderâtını çok yakından ilgilendiren bir hadisedir, kanaatindeyiz. Başta Türkiye Müslümanlarına ve dolayısıyle İslâm âlemine bu “âhirzaman modelini” ulaştırabildiğimiz gün, vazifemizi kısmen yapmış olabileceğiz. Münafıkların önümüze koydukları engellerden şikâyet yerine, Bediüzzamanın modelini, hayatının pratiğiyle birlikte okuduğumuzda, problemin kendiliğinden çözüldüğünü–inşaallah–müşahede edeceğiz. Bu modelin tüm sâir modellerden, zahmetsiz, emin ve muvaffakiyetli olduğunu, tarihçemize baktığımızda zaten anlıyoruz. Ehl-i münafığın da fazla ömrü kalmadı….

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*