Doğruluk, yalan söylememek

Dünyaya gönderilişimizin sebebi; “Elest bezminde”; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna; “Evet, Rabbimizsin!” şeklindeki cevabımızı doğrulamamız içindir.

İmân, doğruluk olduğundandır ki, fıtratımız, vicdânımız daima doğruyu arar.

Doğruluk, oluşturduğu sağlam kişilik ve karakterle başkalarının empatisini, olumlu duygularını çeker.

Doğru, dosdoğru davranan güç ve enerji elde eder, (velev ki maddî zararı olsun) sonunda kazanır.

Doğruluğun İlâhî merhamet, şefkat ve yardımı da cezbettiğini Kur’ân-ı Hakîm şu hâdiseyle te’yid eder:

Ka’b bin Malik, Akabe Biatı’na iştirak eden samimî bir Müslümandı. Tebük seferine ise mazeretsiz katılmayan üç kişiden birisiydi. Sefer dönüşü, hiçbir mazeretinin olmadığını açık yüreklilikle Peygamber Efendimize (asm) anlattı. Peygamber Efendimiz (asm) de ona, “Doğru söyledin, şimdi git, Allah senin hakkında hakemlik edecektir” buyurdu. O dakikadan sonra, Müslümanlar, her türlü ambargoyu uyguladı. Dünya ona dar geldiği iki ayın sonunda, tevbelerinin kabul edildiği1 müjdesi geldi. Buna karşın, Resûlullah’a (asm) “Allah, doğru söylediğim için beni kurtardı. Tevbem, hayatımın sonuna dek doğrudan başka bir şey söylememem olacak”2 dedi.

Demek, ulvî seciyeleri birbirine bağlayan doğruluk; kendimizin ve insanlığın ilerlemesi ve terakkîsini netice verir.

Dinimizde hassasiyetle üzerinde durulan hususlardan biridir doğru söylemek. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde “Her türlü gerçek dışı sözü söylemekten sizi nehyediyorum” (C. Sağîr, No: 1495) buyurarak, ümmetini yalan sözden nehyetmiştir.

Unutmamak gerekir ki, yalan söylemek münafıkların sıfatıdır. Peygamber Efendimiz (asm) bir başka hadislerinde, konuştuğunda yalan söyleyen kimsenin münafık sıfatı taşıdığını bildirmiştir. (Müslim, İmân: 106.) Bir başka hadislerinde ise “Sana inanan bir kardeşine yalan söylemenden dahi büyük bir hıyanet yoktur.” (Ebû Davud, Edeb: 71.) buyurarak meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri, doğrulukla ilgili olarak İşaratü’l-İ’câz’da şunları kaydeder:

“Yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır. Veya sıdktır (doğruluktur); çünkü İslâmiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlâta isâl edici (ulaştırıcı), sıdktır. Ahlâk-ı aliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri sıdktır. Âlem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-î beşeri kâbe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalatü Vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.” (s. 93)

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Tevbe, 117-118.

2- Sîre, 4: 180, Müsned, 3: 459.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*