Dönüp Dolaşıp Oraya Geldik

Şeyh Said’in torunlarından, insan hakları savunucusu Muhammed Akar “100 yıl geçtiği halde, Bediüzzaman’ın Kürt meselesine ilişkin sunduğu reçete tek çıkar yol olarak görünüyor. 100 yıl sonra dönüp dolaşıp Said Nursî’nin önerdiği noktaya geldik. Kaybettiğimiz onca yılı geri getirebilecek miyiz? Bari bir 100 yıl daha kaybetmeyelim” dedi.

 

CEHALET, SEFALET VE İHTİLÂF

Akar: “Özellikle üç temel mesele onun zihninde yer almış; cehalet, sefalet ve ihtilâf üzerinde durmuş ve bu konularda çözüm önerileri sunmuştur. San’at, marifet, ittifak silâhı ile bu meselelerin hallolacağını söylemiştir. Özellikle eğitim meselesi üzerinde durmuş ve şarkta bir üniversitenin kurulması hususunda büyük gayret göstermiştir.”

Bediüzzaman’ın reçetesi tek çıkar yol

Osmanlı döneminde Kürtlerle ilişkiler nasıldı? Nasıl bir statüleri vardı?

Soruya cevap vermeden önce şu gerçeği hatırlatmakta yarar görüyorum. Günümüzü anlayabilmek için ve sorunlarımıza çözüm üretebilmemiz için tarihten dersler çıkarmak gerek. Birçok insan iç ve dış sorunlarımız karşısında ya tepkisiz davranıyor ya da şaşkın kalıyor. Nerden çıktı bu sorunlar, diyenlerin sayısı hiç de az değil. Elbette ki haksız değiller. Tarihî sorunlarımızı yok saymışız, üstünü örtmüşüz. Ancak bizim yok saymamızla sorunlarımız yok olmuyor. Kürt meselesi de bunlardan biri. Hepimizin kafa yorması gereken bu mesele, elbette ki bir günde ortaya çıkmadı. Tarihî arka planını bilmeden bu soruna çözüm üretmemiz zor görünüyor.

O zaman tarihî arka plana bakalım…

Kürtler ve Türklerin ilişkileri çok daha öncelere dayanıyor. Abbasiler döneminde Bağdat-Kerkük civarına yerleşen Türkmenler, Kürtlerle komşu olmaya başladılar. Abbasi ordusunda birlikte savaştılar. Birbirlerine destek oldular. Bu münasebetle Selçuklu döneminde de devam etti. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’a girerek, İslâm Halifesini kurtardığında ordusunda önemli oranda Kürt savaşçı buluyordu. Yine ilk defa Selçuklular döneminde İran’ın Baharkent dolaylarında “Kürdistan” eyaletinin kurulduğunu ve başına bir Oğuz Beyinin atandığını görüyoruz.

Alparslan’ın 60.000 kişilik ordusunda yaklaşık 10.000 Kürt gönüllü vardı. Bunların çoğu Diyarbekir yöresinin Mervanî Kürtleri idi. Malazgirt Zaferi ile Türkler ve Kürtlerin kaderi iç içe geçmiş oldu. Artuklu devleti zamanında Mardin, Bitlis, Diyarbekir, Harput gibi vilayetler hızlı kalkınıp önemli merkezler haline geldiler.

“Altınçağ” Eyyubiler döneminde de devam etti. Annesi Türkmen babası Kürt olan Sultan Selâhaddin Eyyubi’nin ordusunda Türkmenler, Kürtler, Araplar iç içe idi. Kavmiyetçiliğin olmadığı bu dönemde Müslüman halklar el ele verip parlak bir medeniyet inşa etmişlerdi. Kürtler esas parlak dönemlerini Osmanlı İmparatorluğu zamanında yaşadı. İmparatorluğun en önemli unsurlarından biri Kürtlerdi. Osmanlı barış dönemi denilen bu uzun dönemde Kürtler huzur ve istikrar içinde yaşama fırsatı buldu. Kürtler bir çok sefere katılmış, devlet idaresinde ciddî görevler almış, önemli makamlara yükselmişti. Fatihin hocası Molla Gürani Hazretlerinin Kürt olduğu bilinen bir gerçektir.

Gönüllü bir birliktelik mi bu?

Kürtlerin Osmanlı imparatorluğuna katılması zoraki değil gönüllü olmuştur. İdris-i Bitlisî’nin öncülüğünde toplanan Kürt beyleri Yavuz Sultan Hana elçi göndererek Osmanlıya katılmak istediklerini ilettiler. Yavuz Sultan Selim 25 Kürt beyinin bu kararından büyük memnuniyet duydu. Sünnî mezhebine mensup olan Kürtler Şiî Safevî devletine karşı Çaldıran’da Osmanlı ordusunu desteklediler. Sefer dönüşü Sultan Yavuz Amasya’da kendisini destekleyen Kürt beyleri ile buluşarak, Kürt-Osmanlı İttifak Anlaşmasını onaylayıp, Kürtlere bir çeşit muhtariyet tanıyan kararı kabule etti.

“Diyarbekir Vilayeti” bünyesinde on bir sancak Türk idarecilerine, sekiz sancak yerli Kürt beylerine verildi. Beş Kürt hanedanlığı ise babadan oğula geçen bir yönetim şekli ile Osmanlıya bağlandı.

Osmanlı barış döneminde birçok Kürt şehri, ticaret, san’at, ilim ve üretim merkezi haline geldi. Mimarî alanda büyük gelişmeler yaşandı. Batılı seyyahlar bu parlak dönemden ve görkemli şehirlerden sıklıkla bahseder.

Osmanlı döneminde merkezî yönetim ile Kürtler arasında hangi konularda ihtilâf çıkıyordu?

19. yüzyıla kadar Kürtler ve Osmanlı arasında ciddî bir sorun yaşanmadığı söyleyebiliriz. Ancak Osmanlı’da merkezileşme çalışmalarının hız kazandığı II. Mahmut dönemi ile beraber huzursuzlukların baş gösterdiğini görüyoruz. Yetkilerini devretmek istemeyen Kürt beylerinin isyanları bu döneme rastlar. Özellikle Tanzimat dönemi ile beraber siyasî, malî, hukukî ve idarî yeni düzenlemelere gidildi. Bu gelişmeler Kürt beylerinin Sultan Yavuz ile yaptıkları 1515 anlaşmasını bir mânâda işlevsiz kılıyordu. Örneğin Tanzimat Fermanına kadar Gayri Müslimlerden alınan cizye dahil, vergiyi Kürt beyleri topluyordu. Kürt beylerinin özel birlikleri yargılama yetkisi ve mahalli hükümet sayılan divanları vardı. II. Mahmut ile beraber Kürt beyliklerinin tasfiye süreci başlamış oldu. Beyliklerin yeni düzenlemelere ve yetkilerinin ellerinden alınmalarına tepkileri büyük oldu. Baban Beyliği isyanı, Revanduz Beyi Mir Muhammed İsyanı, Botan Beyi Bedirhan Bey isyanı buna örnektir. Ne var ki Osmanlı yönetiminin Kürt beylerine taviz verme gibi bir niyeti yoktu. Özellikle Sultan Abdülmecit askerî tedbirlerle isyanları sert bir şekilde bastırıp, Tanzimat reformlarını Kürt vilayetlerinde uygulamaya kararlı idi.

Sonra…

Bedirhan Bey isyanının bastırılmasından sonra 1847 yılında Diyarbekir vilayeti genişletilerek “Kürdistan Eyaleti”ne çevrildi. Sultan Abdülmecid’e ise Tanzimat düzenini bölgede hakim kılmasına atıfta bulunularak, Meclis-i Vala tarafından “Kürdistan Fatihi” unvanı verildi. Ne var ki alınan bütün önlemlere karşı doğuda devlet otoritesi sağlanamıyor, Tanzimat düzeni yerleştirilemiyordu. Kısaca Tanzimat döneminde baş gösteren isyanlara ilişkin şunu söyleyebiliriz; 1. Bu isyanlar, Kürt kimliğine dayalı, milliyetçi karaktere sahip isyanlar değildi. 2. Tanzimat, bölgede merkezîleşmeyi sağlayamamış, Kürtlerin aşiret yapısını etkileyememişti.

Martin Van Bruinessen’e göre Osmanlı döneminde ayaklanan beyler ve şeyhler genellikle Sultan’a bağlılıklarını ilân etmişler. Yalnızca Batılılaşmaya öncülük eden bürokrasiye karşı koymuşlardır. Kürtlere göre Tanzimat Batılılaşma idi, Frenkleşme idi, dolayısıyla karşı gelinmeliydi.

Kürtlerin siyasallaşması ve Kürt milliyetçiliğinin doğuşu ne zamana rastlar?

Aslında imparatorluğun Müslüman unsurları arasında milliyetçilik fikri fazla yüz bulamamıştır. Tüm çabalara karşın bu cereyana en son kapılan halk Kürtlerdir. O da halk kitleleri arasında değil, İstanbul’daki münevverler arasında olmuştur. Birçok araştırmacı Kürt milliyetçiliğinin bu kadar gecikmesinin nedeni olarak Sultan Abdulhamit’in başarılı politikasını gösterir. Büyüyen Rus ve Ermeni tehdidine karşı doğuda tampon bir bölge kurmak isteyen bu milliyetçilik cereyanlarına karşı İttihad-ı İslâm ile imparatorluğu bir arada tutmak isteyen Abdulhamit Han, Kürt aşiretlerine büyük yetkiler tanıdı. Kürtleri bir nev’i himayesine aldı. Bu yüzden sultan Abdulhamit’e Kürtlerin babası anlamına gelen “Bavé Kurdan” der. Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları, Rus ve Ermeni saldırılarını püskürtmede oldukça başarılı idi.

Bir çok Kürt aşireti Sultan’a gönülden bağlıydı ve cesurca savaşmıştı. Sultan Abdulhamid de Kürtlerin sadakatini karşılıksız bırakmadı. Kürt gençlerini himayesine alıp, İstanbul’daki aşiret mekteplerinde okuttu ve önemli mevkilere getirtti. Padişahın bu himaye edici politikası Kürtleri derinden etkilemiş, Osmanlıya bağlılığı perçinlemiştir. Sadece Kürtlere değil, Arap ve diğer Müslümanlara müşfik tavrı sayesinde İmparatorluğun dağılması 30 yıl gecikmiştir. Sultan Abdulhamit’in siyaseti ne kadar birleştirici olmuşsa, İttihatçıların siyaseti de bir o kadar ayrıştırıcı olmuştur.

Kürtçülük Türkçülüğün bir neticesi olarak mı ortaya çıktı?

Elbette ki Kürt milliyetçiliğinin doğuşunu tek bir faktöre bağlamak doğru değildir. Ne var ki Türk milliyetçiğinin Kürt milliyetçiliğini güçlendirdiği de bir gerçektir. Bilindiği gibi başlangıçta İttihat ve Terakki hareketi Türkçü bir karaktere sahip değildir. Meşrûtiyeti hedeflediği için, Kürt, Arap, Arnavut ve gayrimüslimlerin desteğini kazanmıştır. Ancak Balkanlarda Sırp ve Bulgar mezalimi ile imparatorluğun toprak kaybetmesi ayrıca 1912 Balkan Savaşında Makedon ve Arnavut Müslümanlarının Osmanlıya isyan etmeleri, İstanbul’da derin bir travma meydana getirip, iktidardaki İttihatçılarda Türkçülük duygusunu güçlendirdi. Madem ki Arap aydınları arasında bile milliyetçilik duygusu gelişiyordu o halde imparatorluğun aslî unsuru olan Türkleri güçlendirip, öne çıkarmak gerekiyordu. Osmanlıcılık siyasetinden Türkçülüğe doğru hızlı kayma oluştur. Ancak bu tutum imparatorluğun çözülmesini hızlandırdı. Bu yanlış tutum Abdulhamit’in geciktirdiği Arap milliyetçiliğinin güçlenmesine de yol açtı. İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun önemli merkezlerinde Kürt parti ve cemiyetleri de kurulmaya başladı. Kürt kültürü, edebiyatı, tarihi araştırılmaya başlandı. Kahire’de Kürtçe gazete yayın hayatına geçti.

Cumhuriyet dönemine geçildiğinde Kürt olgusunda nasıl bir değişim olmuştur?

Cumhuriyet kadroları sorunları çözmek yerine daha da büyütmüştür. Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan Kürt isyanlarının milliyetçi bir karaktere sahip olmadığını söylemiştim. Oysa Cumhuriyet ile beraber Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlendiğini görüyoruz. Koca imparatorluğun dağılışını gören cumhuriyet kadrolarının zihinsel arka planında tarihî korkular vardı. Bir yandan cumhuriyeti sağlam temellere oturtma derdi vardı, diğer yandan ciddî bir nüfusa sahip Kürtlerin ne olacağı meselesi orta yerde duruyordu. 1921 anayasasının 11. 12. 13. maddeleri bir mânâda tüm vilayetlerin idarî özerkliğini öngörüyordu. Ahmet Emin Yalman’ın “Kürt Meselesi Ne Olacak” sorusuna cevap olarak, Mustafa Kemal 1921 Anayasasını işaret etmişti. Ancak ne olduysa ondan sonra oldu. 1924 Anayasası tamamen farklı bir anlayış ile hazırlanmıştı. Kürtlerin varlığı inkâr ediliyor, herkesin Türk olduğu kabul ediliyordu. Oysa ki Kürtler I. Dünya Savaşı boyunca ve Kurtuluş Savaşı esnasında Türk kardeşleri ile omuz omuza savaşmış, yan yana şehit düşmüştü. Araştırmalara göre I. Dünya Savaşında ölen sivillerle beraber Kürtlerin kaybı, 800.000 civarıdır. Bunun 300.000’i Osmanlı ordusunda savaşan Kürt askerlerdir. Bu tutum Kurtuluş Savaşı esnasında da sürdü. 1924 sonrası İstanbul’da legal faaliyet gösteren Kürt cemiyetleri birer birer yasaklandı. Bu durum Kürtlerin tepkisine yol açtı.

Peki, ayaklanmalar ne zaman başladı?

Ancak bu tepkilerin ayaklanmaya dönüşmesi saltanatın ve halifeliğin kaldırılması ile olmuştu. Milliyetçi Kürt çevreleri daha önce toplumsal katmanlardan destek temin etmemiş, İstanbul ve Kahire dışında varlık göstermemişken halifeliğin kaldırılması ile Kürt aşiret ve dinî önderlerinden destek bulmaya başladılar. İstiklâl Mahkemesinde ifade veren Şeyh Said’in şu sözleri dikkat çekicidir. “Bizleri sizleri bir arada tutan bağ, din bağı idi. İslâm halifesi hepimizin ortak babası idi. Şimdi bunları önemsemeyen sizlersiniz. Bu vebal sizin omuzlarınızdadır. Batıdan ilim ve fen alın, lâkin İslâm medeniyeti baki kalsın.”

Tanzimat’tan beri Batılılaşmaya karşı olan Kürtler şimdi Batılılaşma uğruna Halifeliğin ortadan kaldırılmasını ve dinî müesseselerin lağvedilmesini içlerine sindiremiyordu. 1925 ve 1938 yılları arasında baş gösteren isyanlar sonrası uygulanan tenkil ve tedip hareketleri Kürt meselesini çözmek bir yana daha da alevlendirdi. Son yıllara kadar da bu yanlış tutum devam ettirildi.

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kürt meselesine yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Genel mânâda imparatorluğun gidişatını, özel olarak da Kürt meselesini temelden kavrayan ve fikir üretenlerden biri de Badiüzzaman Hazretleridir. Batının ilim ve teknoloji alanlarında hızlı yükselişi karşısında İslâm âleminin geri kalmışlığı onu derinden üzüyor, düşünmeye sevk ediyordu. Bediüzzaman, II. Meşrûtiyetin ilân edilmesi üzerine Şark vilâyetlerini baştan sona gezmiş, halk kesimi, aşiret reisleri ve ulema ile uzun görüşmeler yapmış, yeni idarî sistemin güzelliklerini, hürriyet ve meşrûtiyetin önemini anlatmıştı. Kürt meselesi ile ilgili özellikle üç temel mesele onun zihninde yer almıştır; cehalet, sefalet ve ihtilâf üzerinde durmuş ve bu konularda çözüm önerileri sunmuştur. San’at, marifet, ittifak silâhı ile meselelerin hallolacağını söylemiştir. Özellikle eğitim meselesi üzerinde durmuş ve şarkta bir üniversitenin kurulması hususunda büyük gayret göstermiştir. 100 yıl önce Müslüman Kürtlerin meseleleri ile yakından ilgilenip, çözüm önerilerini en yüksek makamlara kadar götürmüştür.

100 yıl geçtiği halde, Bediüzzaman’ın Kürt meselesine ilişkin sunduğu reçete tek çıkar yol gibi görünüyor. 100 yıl sonra dönüp dolaşıp Bediüzzaman’ın önerdiği noktaya gelmek ne garip bir şey. Onca yıl sonra Kürtler yine yokluk ve yoksulluk içinde. Milliyetçi tırmanışın Türkiye’yi getirdiği tıkanma ortada. Çözüm olarak da doğuda sosyal ve iktisadî kalkınma hamlesi başlatmak, özgürlükleri ve demokrasiyi genişletmek bu meselenin halli için temel teşkil ediyor. Yani Bediüzzaman’ın 100 yıl önce önerdiği noktadayız. Peki, kaybettiğimiz onca yılı geri getirebilecek miyiz? Yitip giden onca canı geri getirebilecek miyiz? Bari bir yüz yıl daha kaybetmeyelim…

Muhammed AKAR kimdir?

1969 Diyarbakır doğumlu. 1993 yılında Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1998 yılında “Siyasî Partilerin Kapatılması Rejimi” konulu master tezini sunarak, yüksek lisansını tamamladı. 1994’ten beri serbest avukatlık yapmaktadır. Avrupa Birliği’nin projesi olan Azınlık Hakları ve Ayrımcılıkla Mücadele Projesinin Koordinatörlüğünü yürüttü. Kürt Meselesi, Çok Kültürlülük, İnsan Hakları, Kültürler Arası Diyalog ve Türkiye’de Azınlık konulu bir çok uluslar arası konferansa katıldı. Halen Diyarbakır İli İnsan Hakları Kurulu üyeliği yapmaktadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*