Eşi Zarife Canan, İbrahim Canan´ı anlatıyor:

Risâle-i Nur’un hayatımızdaki etkisini, eşimin ölümüyle daha iyi hissettik

ZARİFE CANAN: “BENİM KENDİ HAYATIMDAKİ RİSÂLE-İ NUR’LARIN ETKİSİNE GELECEK OLURSAM,ZAMAN İÇERİSİNDE OKUYORSUNUZ, BİR OLAYLA KARŞILAŞTIĞINIZ ZAMAN HAYATINIZA NE KADAR GİRDİĞİNİZİ GÖRÜYORSUNUZ. EŞİMİN ÖLÜMÜNDE BUNU DAHA İYİ HİSSETTİM.”

BELKIS CANAN (KIZI):

“İNSANIN TABANINI RİSÂLELERLE DOLDURMASI ÇOK ÖNEMLİ. HAYATTA NE İLE KARŞILAŞIRSAK KARŞILAŞALIM, ORADAN BİR CEVAP GELECEKTİR.”

GİRİŞ:

Dünyadan göçüp gidenlerin ardından konuşmak zordur. Artık konuşurken cümlelerinizin sonu, di’li geçmiş zamanla biter olmuştur. Hâlbuki daha düne kadar birliktelik ifade ediyordu cümleleriniz. Büyük bir üzüntüyle kalkarsınız sabahları. Ayrılığın acısı her geçen gün artarak çekilmezlik hâsıl eder. İsyan edersiniz belki de farkına bile varamadan… Bazıları da vardır ki onlarla konuşurken bunların hiçbirini hissetmezsiniz. Çünkü ölümü vazifeden terhis olarak görüp, kısa bir ayrılıktan ibaret olarak bilirler. Burada yaptıkları iyi işlere bakarak da ahirete uğurladıklarının ardından hüsnü zan içindedirler Rablerine karşı.

Zarife Canan ikinci zümreden… Yakın bir zamanda kaybetmiş olsa da eşini, ayrılığın geçici olduğunun farkında olduğundan olsa gerek, tebessümü eksilmemiş yüzünden… Hayat arkadaşım dediği merhum İbrahim Canan’ın tamamlayamadığı projelerinden, ‘Niye yattığımı da anlamadım’ dediği on günlük hapis hayatına kadar bilinmeyen yönlerinden aile hayatına kadar merak edilenleri konuştuk. Kızı Belkıs Canan da zaman zaman anlattığı hatıralarıyla büyük bir renk kattı sohbetimize…

Bir eş ve aile reisi olarak İbrahim Canan’ı nasıl anlatırsınız?

Eşim her şeyden önce eşine sadık, çoluk çocuğuna bağlı, evine son derece düşkün bir insandı. O yönden kendisinden her zaman razıyım, Allah da ondan razı olsun. Evine öyle bağlıydı ki hiçbir yerde yemek yemeyi sevmezdi. İlla gelip çoluk çocuğuyla birlikte aynı masada oturup, aynı yemeği yemek isterdi. Hatta dâvete bile gitse mümkün olduğunca orada yememeye dikkat eder, bizimle yemeye gayret ederdi. Umumiyetle sofra başında çoluk çocuğuyla beraber olup onlarla sohbet etmeyi severdi. O yönden biraz uyuşamazdık. Ben sofrada konuşmayı pek sevmem. Hem yiyip hem konuşmayı beceremem. Onlara kızardım. “Ne çok konuşuyorsunuz sofra başında. Benim yutma refleksim bozuluyor” diye. Zaten tek buluşabildiğimiz yer sofra başıydı, diyebilirim. Onun dışında hep çalışıyordu. Ya şehirler arası giderdi ya da şehir içinde programları olur ya da bir gün içinde hazırlaması gereken yazıları olurdu. O yüzden pek fazla bir arada olamazdık. O vaktinin kıymetini çok iyi bilirdi. Diyebilirim ki, vaktinin bir saniyesini bile kimseye kaptırmamaya çalışırdı. Cami çıkışı “Hoca rüzgâr gibi çıkıp evine gidiyor” derlerdi. Ben de “Neden hiç kimseyle konuşmadan hızla uzaklaşıp gidiyorsun?” deyince, “Şimdi konuşsak çözülmesi gereken meselemiz yok. Onun dışında da konuşacağımız “Nasılsın, iyi misin olacak. Zaten cami girişinde selâmlaşıyoruz. Onun haricinde konuşarak ya dedikoduya girerim, ya malayani konuşuruz ya da vaktim boşa gider diye hemen eve geliyorum. Yapmam gereken işlerimi yapıyorum” derdi. Akşam namazından önce sofrasının kurulmasını, herkesin de aynı saatte sofra başında olmasını isterdi. Eve giriş çıkışlara önem verirdi. Ailenin reisi olması itibariyle önce babanın vaktinde eve gelmesini önemserdi. Kahvehaneye giden, evine gelmeyip de başka yerlere giden erkeklerin vebalinin çok olduğunu söylerdi.

Namaz saatleri hepimizi toplama saatiydi. Camiye gidememişse evde kimi bulduysa, en küçük torununu dahi bulsa namaza getirir, cemaatle namaz kılardı. Namaz kılma konusunda çocuklara otoriter davranırdı. Bu konuda tavizi yoktu. Sabah namazlarına büyük bir merasimle kaldırırdı. Çocukların odalarının kapılarına tak tak vurup “Hadi kalkın vakit geçiyor” derdi bir saat de olsa. Bazen “Sayende komşular da kalkacak” derdim. Özellikle namaz ve yalancılık hususunda çok titizdi. Her hususta öyle değildi. Meselâ çocuklara evde eşyalarını dağıtmama konusunda bana baskı yaptırtmazdı. Kendisi de gönlünce dağıtırdı. Çocuklarının da evde gönüllerince yaşamalarını isterdi. “Evimizi müze diye açmadık” derdi. Bu konuda çocuklarla iyi anlaşırdı. İslâmî ev düzeni konusunda Erzurum’da “Atatürk üniversitesi lojmanları ve taklitçiliğimizin muhakemesi” diye bir çalışması oldu. Yani İslâmî aile yapısına uygun olmayan meskeni tercih etmezdi. Bu konuda da çalışmaları oldu. Çünkü İslâm’ın yaşanmasını bir bütün olarak görürdü. Aile içi ilişkilerin, sosyal çevrenin, içinde yaşadığımız evin, evin iç döşemesinin, bunların hepsinin İslâmî olması gerektiğini savunurdu. Hakikaten yaşarken de gördük. Çok süslü, masaların, sehpaların üstüne konulan biblo tarzı şeylerin çocuğun evin içinde rahat hareket etmesini engellemesi açısından zararlı olduğunu, sehpalara çarpıp düşebileceğini düşünerek ortalıkta incik cıncık şeylerin olmasını istemezdi.

Bütün hayatını İslâma göre mi tanzim etmek isterdi?

İsterdi fakat her istediği olmuyor insanın. Çünkü ben de orada kendisine: “Tamam ev ve düzeni İslâmiyet’e göre düzenlenmeli fakat eskiden evler inşa edilirken içerisine gömme dolap, yüklükler ve eski deyimiyle takalar yerleştirilirdi. Şimdi evler eskisi gibi inşa edilmiyor” derdim. O konuda bazen tartışırdık. Ben biraz daha severdim eşyayı. Ona kalsa “Bir minder atalım oturalım” derdi.

Kızı olarak babanızı anlatır mısınız desem ilk aklınıza gelen şey ne olur?

Belkıs Canan- Aklıma ilk gelen şey namaz hususundaki hassasiyetidir. ‘Haydin namaza haydin namaza’ demesi geliyor. Onun dışında çok merhametli bir insandı. Bir keresinde evde kedi besliyorduk. Babam evin içinde kedi beslenmesini çok sevmezdi. Fakat biz çok istediğimiz için, evde bir kedi beslemeye kalktık. Kedi de babama karşı düşmanca tavırlar besliyordu. Gelenin gidenin üstüne atlıyordu. Namaz bozdurduğu falan oluyordu. Bir iki defa babamın ilâcını yemeye kalkmıştı. Kendisini ailenin ferdi gibi zannediyordu. Annem en sonunda bir ailenin yanında yer bulmuştu. Biz de başladık ağlamaya “kediyi göndermeyin” diye. Öyle olunca babam “kızlarım üzüleceğine vermem dursun” dedi. Babam, burnundan getiren kediye katlanmayı göze almıştı.

Zarife Canan- Vakti girmemiş namazı vakti girdi zannedip iki defa kıldığımız olurdu. Bizim ezan okuyan saatimiz gibiydi. Ben namaz saatlerini hiç bilmezdim. Şimdi öğreniyorum saatlerini. Derdim ki “Biliyor musun; ilerde çok yaşlanmak nasip olur da bunarsak sen diyeceksin ki ‘Leğen getirin, su getirin abdest alacağım, namaz kılacağım.’ Ben de ‘Leğen getirin su getirin yer sileceğim, temizlik yapacağım’ deyip, senle benim hayatımda ne kadar fark var bak” derdim.

Bediüzzaman Said Nursî’yi nasıl tanımıştı?

Daha lise talebesiyken tanımıştı. Zübeyir Gündüzalp Ağabey hemşerisiymiş, tanışırlarmış. Onun teşvikiyle Risâle-i Nur’ları tanımış. Zübeyir Gündüzalp rahmetliyi çok severdi. İhsan Atasoy’un ‘Nurun Büyük Kumandanı’ kitabında da Zübeyir Gündüzalp ile olan hatıratını almışlar. Hangi konuda karar vermekte sıkıntı çekerse direkt Zübeyir Ağabeye gider sorarmış. Her şeyi onun yönlendirmesiyle yapmış. Bir ara okulu bırakmayı düşünmüş, onun yönlendirmesiyle devam etmiş. Yurt dışında doktora imkânı çıktığında gidip gitmeme hususunda kararsız kalmış yine Zübeyir Ağabeye danışmış. Onun yönlendirmesinin her zaman hakkında hayırlara vesile olduğunu düşünürdü. Konuştuğumuzda “Eyüp Sultan’da Zübeyir Ağabeyin yanında yatmak isterim” derdi. Allah da nasip etti, isteği yerine geldi.

Risâle-i Nur eserlerinin müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin 1959’da Ankara’da Beyrut Palas Otel’den çıkarkenki resmini, İbrahim Canan çekmiş…

Evet. Fotoğraf çekmeyi severdi. Bir şeyi arşivlemeyi, belgelemeyi çok sevdiği için umumiyetle gelen mektupları, fotoğrafları saklardı. Zaten Üstad Hazretleri ona “Zübeyir’in yerine koydum” diye kendisine haber göndermiş. Belki o yüzden de daha bağlandı Zübeyir Ağabeye. Risâleleri onun sayesinde tanımış. Zaten talebeliği de Risâle-i Nur’ları teksir etmekle geçmiş. O yüzden birkaç günlük mahkûmiyeti var. Kızılcahamam’da on gün kadar yatmış.

Risâle-i Nurları teksir etmekten dolayı değil, Risâle-i Nur Talebesi olmaktan. Bir gün öğrenci evini aramışlar. Evde Risâle-i Nur’ları bulunca “bu kimin?” demişler. Arkadaşları da o evde yok diye “İbrahim’in” demişler. Bundan dolayı bir on gün kadar Kızılcahamam’da yatmış. Hatta “Niye yattığımı da anlamadım” derdi.

Bediüzzaman ve Risâle-i Nur aile hayatınıza nasıl yansıdı?

İnsan nasıl yansıdığını fark etmiyor. Ancak olaylar içerisinde görüyorsunuz. Çocuklar açısından meselâ evimizde sigara içilmez. Çoluk çocuğum hiçbir zaman böyle bir şeye sıcak bakmadılar. Hepsi namaz kılarlar. Çocuklarımın yalanı yoktur. Susarlar, konuşmazlar, ama yalan söylemezler. Risâleler, Kur’ân’ın özüdür biliyorsunuz. Bunlar hep onlardan aldığımız dersler neticesinde hayatımıza akseden şeylerdir. Yalan söylememek, harama el uzatmadan yaşamaya çalışmak. Çocuklar televizyon seyrederken bile edepli şeyleri izlerler. Bu oradan aldıkları terbiyenin neticesi. Lükse düşkünlükleri yoktur. Her zaman hep sıradan olmayı tercih ettiler. Ama eşime göre yaşasak evimizde şu an perde bile olmazdı. Eşim Risâle derslerinden aldığı şeyleri hayatına azamî şekilde geçirmeyi severdi. Ona kalsa üstüne başına da almazdı. Benim zorlamamla bir şeyler alırdı. O, “İki yama vurur gene giyeriz. O paraları hizmete versek” derdi. Hatta bize “Siz olmasanız ben en ufak bir şahsî harcama yapmam, bütün kazancımı hizmete yatırırım” derdi. Allah, benim aşırı taraflarımı eşimle, eşimin aşırı taraflarını da benimle dengeliyordu.

Sibel Eraslan, “kadın meselesine kurallar açısından değil de, vicdan ve merhametle yaklaşan bir insandı” demişti. Ona o cümleyi dedirten şey, biraz da bizim evimizin laboratuvar gibi olmasındandı. Bir problem olduğu zaman, her kafadan bir ses çıkardı. İslâmî açıdan incelenmesi gereken bir problem. Herkes kendi görüşünü söylerdi. Meselâ kızlar “Baba bu böyle olursa bizim şu hakkımız gidiyor” derlerdi. Onları dinlemeyi önemserdi. Yazdığı yazıları da bazen önce ben okurdum. Eğer varsa tenkitlerimi yapardım. O da dikkate alır, izaha muhtaçsa izahını yapardı. Fazla lüzumsuz konuşmaları sevmezdi. Çocuklarını hep ikaz ederdi. Dil konusunda da çok hassastı. Sonradan Türkçe’ye sokulmaya çalışılan kelimelere çok kızardı. O kelimeleri kullananlara da canı çok sıkılırdı.

Belkıs Canan: Babama üniversite yıllarında telefonla konuşurken “kendine iyi bak” deme gafletinde bulunmuştum. Bir saat bana telefonda vaaz vermişti. ‘Allah’a emanet ol’ demek varken onu kullanmama kızmıştı. Bir daha da o cümleyi kullanmadım. Onun dışında eski Türkçe kelimelerin kullanılması gerektiğini, bunların atılıp da yeni kelime üretilmemesi gerektiğini söylerdi. Sadeleştirmeye çok karşıydı. Eski kelimelerin atılmasıyla tarihimizden koparıldığımıza inanırdı. Hatta vefatından iki gün önce vakıfta ders veriyordu. Onun ders programını çıkarttı. Kâğıt üzerine çıkartılmış, babam da onu kendi ders içeriğine göre ayarlayacaktı. Şimdi programı elimize aldık. Ben babama nasıl tablo oluşturması gerektiğini gösteriyorum. İçini doldurmaya başladık. Orada ders, içerik, amaç gibi şeyler yazıyor. Babam iki dakikada o kalıpları öyle bir değiştirdi ki “içeriğe muhteva” dedi meselâ. İçimden “Bunu okuyan kimse anlamaz artık” dedim. Yayınevlerinde imlâ kurallarına dikkat edilmemesine ve kelimelerinin değiştirilmesine çok kızardı. Editörlerden şikâyetçiydi. Bazen öyle değiştiriyorlardı ki mânâ bile değişiyordu. “Bu kadar emek veriyorum, ne olur benim kelimelerimle oynamasınlar” derdi.

Son olarak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Kur’ân’ı mutlaka okuyun, hadisleri öğrenin ve Risâleleri mutlaka anlamaya çalışarak okuyun. Hayatımızda mutlaka Resûlullah olmalı. Gençlere, doğruları araştırarak hayatlarına yön vermek düşüyor. Uyurgezer olmamak lâzım. Dinimiz ne diyor, Allah-ü Teâlâ bizden ne istiyor, bu konularda gençlerin araştırıcı olması gerekiyor. Ve namazın da koruyucu olduğunu bilip mutlaka namazlarını kılmaları gerektiğini tavsiye ediyorum.

Anne babalara neler söylemek istersiniz?

Evlilikte de her şey dört başı mamur gitmiyor. Bireylerin karşılıklı hoşgörülü olması gerekiyor. Biz de problemler yaşadık fakat yeri geldi ben, yeri geldi eşim susmayı bildi. Birbirimizin gönlünü almayı bildik. Kadınların çok dik başlı olması iyi değil, erkeklerin de hovarda olması hoş değil. Kadın olsun erkek olsun bu dünya için yaratılmadığını unutmaması gerekiyor. İnsanlar artık bu dünyaya o kadar yönelmiş ki “Bu dünyanın zevk almadığım hiçbir noktası kalmasın” diyor. Bu da aileleri yıkıma götürüyor. Siz Allah ile aranızı iyi tutarsanız, gerçek sevdiğiniz O olursa ve gerçekten sizi sevenin de O olduğunu idrak ederseniz, hiçbir şeye ihtiyaç duymazsınız. Tavsiyem; O gerçek sevgiliyi bulsunlar, mecazi olanın peşinde koşup durmasınlar. Şimdi bazen görüyoruz; yaşlıların onun bunun peşinde koşmaları bana gerçekten iğrenç geliyor. Bu bana Rabbiyle irtibatı az olan insanların yapacağı iş gibi geliyor. Dünya işlerini görünce bazen moralim sıfırlanıyor. Eşim bazen bana “Biliyorum evde birçok şeyi sen üstleniyorsun. Ben de sevaplarıma ortak ediyorum seni bunu bilesin” derdi. Ben hayatımı eşime feda ettim, ama o benim hayatımı da güzel kullandı. İkimizin hayatından güzel şeyler çıkardı. Bu benim kâr hazineme yazıldı. Hayatlar beraber kullanılıyorsa doğru kullanılmalı.

Benim kendi hayatımdaki Risâle-i Nur’ların etkisine gelecek olursam, zaman içerisinde okuyorsunuz, bir olayla karşılaştığınız zaman hayatınıza ne kadar girdiğinizi görüyorsunuz. Eşimin ölümünde bunu daha iyi hissettim. 19. Söz’ün 4. Reşhası’ndan aldığım ders, eşimin ölümüyle evimiz umumî bir matemhane oldu. O matemhanede biz yüreğimizin acısıyla ağlayıp Allah Allah derken bir zakir (zikreden) olduk. “Nasıl zakir olduk?” düşününce şunu buldum: Yüreğimizin acısından biz Resulullah’ın (asm) getirdiği nur ile imanı elde ettik ve Allah-ü Teâlâ’nın varlığını ve son dayanağımızın O olduğunu biliyoruz. Eşimi gömdük, geldik. O acıyla oturdum dedim: “Ya Rabbim! Eşim aramızda Sen’inle bir perdeydi. Her şey Sen’dendi. Rızkı veren, bizi koruyan Sen’din, ama biz o perdeye daha çok bağlanıyorduk. Şimdi o perdeyi aldın, açtın aramızı Sen’inle baş başa kaldık. Biz ve Sen kaldık. Çocuklarımın da benim de yegâne sığınağımız her zaman Sen’din, ama arada elçisiz sensin artık” dedim. Eşim vazifeden paydosundan şâkir oldu. İnsan elde ettiği nimete şükreder. İnsan dünyadayken nimetlere gark oluyor, ama bunlar hep ahirettekilerin gölgeleri. Şimdi biz burada şâkir oluyorsak, asıl şâkir ebedî âleme gidip o nimetleri görenlerdir. Hakikaten şimdi benim eşim şâkir oldu. Ben bu dersi daha önceden de yaptım, ama bu hâleti yaşamadan aynı mânâyı ifade etmemişti. Eşimin özel hayatını da bilen biri olarak gerçekten onun hayatında Allah’tan ve Resulullah’tan başkasına yer yoktu. Her şeyi derecesine göre hayatına yerleştirmişti. Kur’ân, hadis, risâle onun hayatına yön verenler. Onun için de eminim ki, gene Allahu Teâlâ bilir, Rabbim onu orada hakikî şâkirlerden yaptı. İşte bakın Risâle-i Nur’un hayatımıza yön vermesi böyle oluyor.

GÜLSEVİL KAHRİMAN – gulsevil_9574@hotmail.com

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*