Ebu Lâşey

Onun bu ismini, lâkabını, sıfatını, kendisini aynada seyredişini görünce çok tuhaf olmuş, şaşırmış, beğenmiş, özenmiştim: Ebu Lâşey…
Şey yani eşya yani yük yani yükü omzuna almayan… Bir yerde misafirsiniz… Etraf öyle dekorlu, albenili… ve siz içten, derinden, tebessümden seyir halindesiniz. Biz yine işe onun meşhur ve bir o kadar da “meçhul” isminden başlayalım: Said Nursî…

***

Niye böyle isminden başladık? Kocaman kocaman adamlar, okumuş yazmışlar, ekranlar “Said-i Nursî” demiyor mu! Bir tuhaf oluyor, şaşırıyor, bir mânâ veremiyorum! Evet, doğduğu yere atfen Nurslu Said anlamında “Said-i Nursî” doğrudur. Ancak o ismini “Said Nursî” olarak yazıyorsa; değiştirebilir miyiz!

***

Said Nursî neden hep sırlı bir isim?!… Gayesi neydi bu dur durak bilmeyen hayatının?!… Çiçeklere o çini mavisi gözlerini dikerek; nasıl da “tefekkürü keyiflendiriyordu.” “Yıldızların şirin hutbesi”yle kendisinden geçiyordu. Bir seferinde üzüm yerken üşenmeyip salkımın dânelerini sayacak; iki yüz konservecik/tulumbacık çıktığını görecekti. Böyle bir bakış yeniliği işte!

***

İlk işi, bütün işi, işi gücü okumak, okumak, okumaktı.

Sonra?

Yaz[dır]mak…

Düşünmek…

Ümit vermek…

Siyasetten, dünyadan, paradan puldan uzak mı uzak durmak…

Ve, yani, her şartta -kurşuna dizilmek pahasına da olsa- hakikatten taviz vermemek… O’ndan başkasının önünde eğilmemek…

Yalana tenezzül etmemek… Riyadan, kibirden, maldan mülkten, makamdan mevkiden, makam mevki sahiplerinden uzak mı uzak durmak… İhsan-ı şahaneyi/padişahın hediyesini bile almamak… (Bu yüklü hediyeyi almayan delikanlıyı doktor kontrolüne gönderiyorlar; kayıtlara onun bir kimliği daha düşüyordu: “Bediüzzaman deli ise; dünyada akıllı insan kalmamıştır!”) Yalısını teklif edene: “Beni dünyaya çağırma!” diye harika bir şiir-nesir karışımı cevap yazmak… Yeni devletin yüklü miktarda maaş teklifini geri çevirmek… Malûm yerlere para için çarpışmadığını söylemek…

***

Onun şu paraya pula, şöhrete uzaklığına bayılıyorum. Kimseden beş kuruş istemeyişine bayılıyorum. Bir ufak ağrısı ile doktoru bir bulanlara bedel; doktordan uzak kalışına bayılıyorum. Onca hastalığına aldırmayan birisinin optalidon gibi bir iki ilâç dışında; doktor doktor gezmeyişine bayılıyorum.

***

Haa… unutmadan… başlığa bir daha dönelim. Ebu Lâşey… Şeysizliğin babası… Kendi kendisine verdiği kimlik bu… Binlerce sayfa kitap yaz sonra kırk yıllık tahsilinde dört kelime öğrendiğini söyle: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Bu hem insanın tarifi hem bütün bir mektep, medrese, tekke, zaviye, tarikat ne varsa hepsinin verdiklerinin hülâsası… Zenginlik, güç, öfke, inat gösterisi yapılan bir zamanda Ebu Lâşey gibi bir imza… Garip; değil mi! Bir diğer adı/imzası da Garibüzzaman. Zamanın garibi yani teki yani ötekine ben-ze-me-ye-ni… Bu enaniyet, ego, gurur, ben ben, tekebbür/kibir çağında, böyle Ebu Lâşey gibi imzayı elbise gibi giyiniyor.

***

Ufacık sepetiyle gezen, gezdirilen yani hapislere, sürgünlere gönderilen bir adama; bir de devlet mi kuracaksın yollu dâvâlar açmak; dâvâsızların dâvâsını ve deva bulmazlığını ortaya koyuyordu bu arada. Pes yani! Said Nursî; devlet kuracak, ha! Devlet nasıl kurulur, bilmeyenlerin; ve dahi devlet olamamışların suçlamasından başka neydi ki bu!

***

Said Nursî’nin kendisi devletti. Devlet; dersaadet / saadet yeri demekti. Dertlere çözüm bulmaktı. Geleni boş göndermemekti. Yoksa yazar mıydı kapısına: “Her suale cevap verilir; kimseye sual sorulmaz!” diye!

***

…ve samimiyetle/samimî niyetle yanına gelen huzurlanır, nurlanır giderdi. Said Nursî’ye boş gelen dolu giderdi. Yoksa ne işi vardı Necip Fazıl’ın, İlhami Soysal’ın Said Nursî’nin ve daha nicelerinin yanında! Ve bu iki kişi gibi nicelerini talebeliğine kabul ettiğini söyler.

***

“Makam”larına bayılıyorum. Ağaçların tepelerinde kulübecikler kurmuşluğuna… Onu bile kendisine çok gördüler ki ağaçların tepesine kurduğu Çam Dağı’ndaki çam ve katran makamını da kesip attılar. Ne istedilerse ağaçlardan. O ağaçları da kardeşi bilmişti halbuki. Kuşları, kuşçukları… Hapishanede çamaşır ipine konan sinekleri kovalayıp çamaşır asacağım diyen talebesine, kuşçuklarımı niye rahatsız ettin, diye sitemlenmiş; talebesi de Üstadım onlar da kendilerine başka bir yer bulsunlar, demişti! taşlar, hilâl, yarımay, dolunay, bir tepecikteki sarı çiçekler, bulutların akın akın yolculuğu, alnına değen rüzgâr, baharın kokusu, sonbaharın hüznü ile kardeş olmuştu.

***

Cemil Meriç, Kader Risalesi’yle derin bir bir nefes almış. Kaderle ilgili kafasını meşgul eden acılardan kurtulmuş. Kırk Ambar isimli kitabında Kader Risalesi’ne yer verir. Kolay kolay imza, üslûp beğenmeyen Cemil Meriç Tanzimat’tan bugüne Said Nursî dışında münevver çıkmadığını söylüyorsa; bir bildiği var demektir. Yazıyı bir türlü bağlayamıyorum da şunu söylemesem olmaz: İnsanı ve bu âlemi son defa okuyan diye/bildiğim Ebu Lâşey Said Nursî, bize yani insana çok tanıdık biri… Said Nursî’den uzak kalmak insanın kendisiyle yabancılaşması demekten de kendimi alamıyorum. Bu da böyle… Ne yapayım; bendeki izi bu; sizi nesrden bileyim!

Ali Hakkoymaz

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*