En sıkıntılı zamanda, en parlak müjde

Dünkü yazımızda, Risâle–i Nur ve Talebeleri hakkında Gavs–ı Âzâm ve Hz. İmam–ı Ali’nin “gaybî ihbarât” mânâsındaki müjdelerinden bahsettik.
Bu kudsî müjdeler, hiç şüphesiz ki, Kur’ân şâkirdlerine ümit ve teselli veriyor, hizmetteki şevklerini arttırıyor.

O müjdeli ve teselli verici rivâyetlerin en sıkıntılı zamanlardan haber vermesi ne derece mânidar ise, keşfen ortaya çıkmaları ve eş zamanlı olarak telif edilen Risâlelere konu olması da aynı derecede hakikate uygun mânâlar taşımaktadır.
İşte, 8. Lem’â olan “Kerâmet–i Gavsiye Risâlesi” 1933’te telif edilmiştir ki, bu tarih “mutlak istibdat” şeklinde tatbik edilen Cumhuriyet’in 10. senesine tetabuk ediyor.
“Az zamanda çok büyük işler yaptık” diyen o devrin idarecileri, bütün vatandaşları içine alan bir “genel af kànunu” çıkardıkları halde, Barla’da sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman Hazretlerini bu affın şümûlünden ayrı tuttular.
En ağır suçluları bile affettikleri halde, Bediüzzaman’ı affetmediler, serbestçe dolaşmasına ve başkasıyla görüşmesine dahi izin vermediler.
Şu var ki, Üstad Bediüzzaman da, onlara hiç minnet etmedi, müracaat etme tenezzülünde dahi bulunmadı.
Zira, o “Ben sizin değil, âdil kaderin mahkûmuyum” diyerek, tam bir sabır ve tevekkül hali içinde kudsî hizmetine devam etti. (Mektûbat, s. 477)
Yine de, zulümlü baskılar artarak devam etti. Aynı şekilde, müjdeli teselliler de…
“Kerâmât–ı Aleviye” mânâsındaki 18. Lem’ânın telif edildiği 1934’te, tatbike konulan umumi af kànununa rağmen, Said Nursî Hazretleri Barla’da bile rahat bırakılmadı, oradan alınıp Isparta’ya nakledildi.
Burada ise, takip ve tarassut daha da şiddetlendirildi. Öyle ki, birkaç talebesiyle birlikte kırlara çıkması bile velveleye çevrilmeye çalışıldı.
Nitekim, 1935 senesi Nisan’ında, o günün gazete manşetlerine de haber olan “Isparta velvelesi” patlatılarak, hadise asayiş ve adliye meselesi haline getirildi.
Isparta ve çevresinde isimleri tesbit edilen 120 maznun hakkında, adlî soruşturma başlatıldı. Binbaşı Âsım Bey, sorgulama sırasını beklerken, “Yâ Rab! Canımı al!” diyerek, ilk şehid olan Nur Talebesi unvânı aldı.
Bu, bir bedeldi. Büyük ve mukaddes bir dâvânın bedeli…
Nitekim, o tarihe kadar 115 Risâle telif edilmişti ki, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine de tam tamına 115 Nur Talebesi sevk edildi. (NOT: Bazı kaynaklarda zikredilen 120 kişilik grubun içinde, bazı mükerrer isimler ile ilgisiz şahıslar da vardı. Bir ehl–i tarik ve çoban Ramazan gibi… Dolayısıyla, net rakam 115’tir. Adeta, herbir risâleye bedel olarak bir Nur Talebesi hapse girmiştir.)
1935’te Eskişehir Hapishanesinde, sıkıntılı bir zamanda telif edilen 28. Lem’â’da, bu 115 rakamının tevâfuklu olduğuna dikkat çekilerek, hem o tarihe kadar telif edilen risâlelerin adedinin, hem de ilk sorgulamadan ilk mahkeme duruşmasına kadar geçen sürenin 115 gün olduğu beyan ediliyor.
28. Lem’â, yine Risâle–i Nur ile alâkadar “Kerâmât–ı Aleviye”den, Ercûze ile vahiy kaynaklı Celcelûtiye kasidelerinden müteşekkil bahislerin yanı sıra, ayrıca daha bir dizi “Latif Nükte”yi ihtiva ediyor.

Sıkıntı had safhaya çıkınca…

Mahkemeden sonra âdeta zindan azabına çevrilen Eskişehir Hapishanesindeki sıkıntı had safhaya çıkınca, bu kez imdada Kur’ân–ı Mûcizu’l–Beyân yetişti.
Bu en büyük sıkıntının yaşandığı zamanda, en büyük teselliye medar olan muazzam bir müjde–i Kur’âniye, müttefikan 33 âyetinin işârî ve remzî mânâları meydân–ı zuhûra çıktı.
Makamı Birinci Şuâ’da olan bu 33 âyetin işârî ve remzî mânâlarından anlaşılıyor ki, Kur’ân, Risâle–i Nur’u hem hususî dairesine alıp kabul ediyor, hem makbuliyetini nazara veriyor, hem de hakiki Nur Talebelerinin imanla kabre gireceklerini ve ebedî saadete mazhar olacaklarını müjde veriyor. (Age, s. 589–626)
Şimdi, bu hadisenin cereyan ettiği günlerle alâkalı olarak Hz. Bediüzzaman’ın, evvelâ 15. Şuâ’daki bir mektubundan, hemen ardından Birinci Şuâ’daki aynı bahisten iki mühim iktibası—hiç araya girmeden—nazar–ı dikkate sunarak devam edelim…

* “Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsi bir teselliye çok muhtaç olduğumuz hengamda, manevi bir ihtarla, ‘Risâle–i Nurun makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki (Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. Enam, 59) sırrıyla, en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba Risâle–i Nuru Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur’ândan istimdat eyledim. Birden otuz üç âyetin mânâ–i sarihinin teferruatı nevindeki tabakattan mana–i işari tabakasından ve o mana–i işari külliyetinde dahil bir ferdi Risâle–i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar–ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl–i imanın imanını Risâle–i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.” (Şuâlar, s. 587)

* “Risâle–i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a–i i’câz–ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden–i ilm–i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme–i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risâle–i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta–i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.” (Şuâlar, s. 590)

Şedit bir imtihan

Yukarıdaki iktibaslar, hem maddî, hem de mânevî cânipten sorulan suâllerin birer cevabı mahiyetini taşıyor.
Hatta, suâllerden biri hakkında “Şiddetle ve âmirâne denildi ki:..” şeklinde bir kayıt düşülmüş.
Ayrıca, Risalelerdeki muhtelif mektuplardan anlaşılıyor ki, Birinci Şuâ’daki izâhlara daha o tarihlerde şiddetli itirazlar vuku bulmuş, hatta Üstad Bediüzzaman hakkında “galiz gıybet ve şen’i hakaret”lerde bulunanlar dahi olmuştur.
Bu sebeple, Beşinci Şuâ ile birlikte Birinci Şuâ’nın da uzun müddet mahrem tutulması cihetine gidilmiştir.
Bununla beraber, yaşadığımız dehşetli asrın ve zulümatlı devrin ağır şartları altında ve bilhassa gaddar zalimlerin şiddetli saldırıları karşısında, Kur’ân Şâkirdlerinin mezkûr kudsî müjdelere ne derece muhtaç olduğu izâhtan vârestedir.
Dindar görünen bazı kimseler dahi, bu risâlelerde ifadesini bulan mahrem meseleleri kabul etmek durumunda, yahut mecburiyetinde değildir.
En büyük duâ ve dileğimiz şudur ki: Cenâb–ı Hak, şu fesâd–ı ümmet zamanında, din kardeşlerimizi münâfık zâlimlerin tuzağına düşürmesin ve onları “ulemâ–i sû”un düştüğü derin derelere yuvarlamasın.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Merhaba benim sizlerden bir ricam olacak. Cogunlukla yazilarda eski turkce, yada arapca ,bilemiyorum hangisi oldugunu kullaniliyor. Ben bisey anlamiyorum ,dini bilgim fazla yok ama ,cok inancliyim.simdiki turkce olarak yazilirsa, bence dinimizi kolaylastimak adina daha makbule gecer. cunku ben inaniyorum ki dinimizi zorlastirarak insanlari dinden sogutuyorlar bu konudan cok yakiniyorum sanki muslumanlik demek gericilik, ilim dusmani demek gibi ben dinimi simdiki zaman uyarak yasiyorum.bir insan hem modern zamana uyup hemde inancli olmali.avrupa da muslumanlik öcülükle es deger gibi.cunku cok cahil insanlarimiz var. Dini bilmeden kafalarina gore yasiyorlar.muslumanligi muslumanlar dogru yasamiyor.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*