“Eşi başörtülü tek subay kalmayacak”

DEVLET Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast iddiasıyla gündeme gelen Özel Harp Dairesi, 50 yılı aşkın karanlık geçmişiyle aydınlatılmayı bekliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) tartışmalı kurumlarından biri olan Psikolojik Harekât Dairesi’nden emekli Yarbay Şenol Özbek, çok gizli bilgilerin saklandığı ve operasyon planlarının hazırlandığı Özel Harp Dairesi’nin geçmişini ve bugününü Taraf’a anlattı.

Öncelikle bize bu Özel Harp Dairesi ne zaman ve kimler tarafından niçin kuruldu anlatır mısınız

Önce bizim her şeyi 1950’den başlatan yanlış algıyı ortadan kaldırmamız gerekiyor. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin temeli tek parti döneminde, özellikle Mareşal Fevzi Çakmak’ın tasfiyesinden sonra başlıyor. Demokrat Parti bu ilişkiler konusunda zaten CHP’den farklı düşünmüyor ama esas temeli CHP atıyor. Demokrat Parti iktidara geldiğinde formatı belirlenmiş bir ilişkiler yumağının içinde buluyor kendini. Daha önceden mesela 1948’de bir subay grubu özel eğitim için ABD’ye gönderiliyor. Bunların arasında sonraki dönemin meşhurlarından Alparslan Türkeş, Turgut Sunalp, Suphi Karaman, Ahmet Yıldız ve Seferberlik Tetkik Kurulu’nun kurucusu olarak bilinen Daniş Karabelen var…

Bu gizli yapının temel amacı neydi?

Seferberlik Tetkik Kurulu, komünizmin ülkeye girme ve ülkede yerleşme teknik ve taktiklerine karşı koymak üzere kuruluyor. Yani madem ki komünistler gerilla teknik ve taktiği uyguluyor, o halde buna engel olmak için aynı taktiği uygulamak lazım mantığı ile teşkilatlanıyor. Gizli bir teşkilatlanmaya gidiliyor ve direnişte kullanılmak üzere yine barıştan itibaren yeraltına silahlar gömülüyor. Kuruluş çalışmaları 1952’de başlıyor ama çekirdek kadro ile fiilen faaliyete geçmesi 1955 yılına rastlıyor.

Sivil iktidarlar bu yapıdan haberdar mıydı?

O zamanki Menderes hükümeti bu teşkilat hakkında her türlü bilgiye sahipti. Hatta 1957’den itibaren Kıbrıs mücahitlerinin teşkilatlanması görevini bu kurula veren de hükümetti. Yani silahlı kuvvetler, hükümetten böyle bir görev istemiyor. Bu görevi silahlı kuvvetlere direktif olarak bizzat hükümet veriyor.

İstanbul’daki 6-7 Eylül olaylarında bu teşkilatın rolü neydi?

6-7 Eylül olaylarının bu kurul tarafından organize edildiği şeklindeki kanaat yanlış. O olayda MİT’ten önceki istihbarat teşkilatımız olan MAH’ın İstanbul grubu etkili oluyor. Bu grubun etkili ismi, o zaman MAH’ın İstanbul Bölge Başkanı olan Fuat Doğu. O da bir Gayri Nizami Harpçi fakat Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevi yok. 6-7 Eylül olaylarında 200.000 baskı yaptığı söylenen İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin’in MAH döneminde bu grupla olan ilişkileri daha sonraki dönemde belgelendi. Mithat Perin’in Kayseri Cezaevi’nden MİT’e yazdığı bir mektup var. Bu mektup, 19 Ocak 1971 tarihli Devrim gazetesinde, “milli emniyet ajanı politikacıyı tanıtıyoruz” başlığıyla yayımlandı. Mektupta ilişkinin boyutu teferruatıyla ortaya çıkıyor zaten.

Peki kimdir bu Fuat Doğu?

Fuat Doğu, meşhur Alman istihbaratçısı Gehlen’in öğrencilerinden. Aslında komünizme karşı gizli bir yeraltı örgütü kurma fikrini ABD’ye öğreten, ABD’yi bu konuda ikna eden ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bunun uygulanmasına öncülük eden de bu Gehlen. Fuat Doğu daha sonra MAH teşkilatı MİT’e dönüştüğünde MİT’in ilk müsteşarı oluyor. Bu dönemde MİT’in bir istihbarat teşkilatından ziyade bir gayri nizami harp teşkilatı gibi örgütlendiğini, esas personel kaynağının özel harpte görevli subaylar olduğunu görüyoruz. 27 Mayıs’tan sonra kurulan ve halen devam eden askerî vesayet rejiminin dinamikleri açısından da bunu gayet normal görmek lazımdır.

Seferberlik Tetkik Kurulu’nun 27 Mayıs ilişkisi neydi?

Kurulun 27 Mayıs ile ilişkilendirilmesi de yanlış. Tam tersi bu kurulu 27 Mayısçılar Menderes’in gizli örgütü olarak biliyor ve algılıyorlar. 27 Mayıs’tan sonra, bu kurulda görev yapanlar, başta başkan Daniş Karabelen ve İsmail Tansu olmak üzere tasfiye ediliyor. Teşkilatın başına, 27 Mayıs’ı organize eden Faruk Ateşdağlı getiriliyor. Daha sonra yine bir komitacı olan Sezai Okan teşkilatın başına geçiyor. İsmail Tansu ile bizzat yaptığım görüşmede kendisi bana “ihtilalden haberimiz yoktu, haberimiz olsaydı hükümete haber verirdim, hükümeti uyarırdım” dedi. 1965’te MİT kanunu çıkıp da Fuat Doğu MİT’e müsteşar olarak atanınca, Fuat Doğu ile ikinci adam konumundaki Cihat Akyol arasında çıkan anlaşmazlık üzerine, Süleyman Demirel’in inisiyatifi dahilinde Cihat Akyol MİT’ten alınarak, 1967’de bu kurulun başına veriliyor ve kurulun adı Özel Harp Dairesi oluyor. Bugünkü haliyle şekillenmeye ilk olarak o zaman, Cihat Akyol döneminde başlıyor.

Özel Harp Dairesi’nin ülkücü, milliyetçi kesimle ilişkisi neydi?

Hem özel harp hem de MİT nezdinde, komünizme karşı bir teşkilatlanmaya gidiyorsanız, böyle bir yapıyı kimlerden oluşturursunuz? Her halde Dev-Yolcu veya Dev Solcu’lardan değil. Veya kamuoyunda solcu olarak algılanan insanlardan seçecek haliniz de yok. Mümkündür ki böyle bir yapının içinde milliyetçi ve ülkücü, Türkçü vs gibi tanınan ve komünizme karşı sert bir tavır takınan insanlar yoğunluktadır. Bu yoğunluğun ya da ilişkiler yumağının o zamanki ülkücü veya milliyetçi teşkilatlarda nasıl bir hareketlilik doğurduğu hâlâ müphemdir. Eski ülkücülerden birinden dinlemiştim. Abdullah Çatlı tutuklanıyor. Muhsin Yazıcıoğlu, o an teşkilatta görevli olanlardan Çatlı’nın kurtarılmasını istiyor. Bir grup ülkücü emniyet müdürü ile görüşmek için gittiklerinde, Çatlı’yı nezarette bulacaklarını ve oradan kurtaracaklarını zannederken, Çatlı’yı müdürün odasında çay içerken buluyorlar. Çatlı, sert ve soğuk mizaçlı olduğu için soru da soramıyorlar. “Hayırdır reis” dediklerinde, “Karıştırmayın” diyor.

Ağca’nın kaçırılması bu yapının işi mi?

Bu olay müphemliğini korumaktadır. Ağca’nın, daha önce de bir kez kaçma teşebbüsünde bulunduğu halde cezaevinden kaçabilmesi, daha doğrusu kaçırılması hem aklın hem de vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir. Her şeye rağmen bunlar net olarak belgelenmiş ve somuta indirgenmiş şeyler olmadığından dolayı, bunları anlayabilmek için bu çark içinde görev yapmış insanların vicdanın sesiyle toplumun önüne çıkıp “biz bunları yaptık” demesinin dışında yapacak bir şey yoktur.

Anlaşılan Özel Harp bu işler için kurulmuş.

Özel Harp teşkilatının veya mevcut haliyle özel kuvvetlerin sadece bu işler için kurulduğunu zannetmek de yanlıştır. Dünyadaki bütün orduların özel kuvvet mantığı ile kurulmuş teşkilatları vardır. Yani Seferberlik Tetkik Kurulu mantığını Özel Kuvvet mantığı ile bire bir aynı görmek doğru değildir. Eski Kızıl Ordu’da da bunun karşılığı olarak Spetnaz birlikleri vardı. Kızıl Ordu bir bölgeye gitmeden önce bu birlikler öncü olarak giderdi. Dolayısıyla bugün bordo bereliler olarak bilinen ve binbir meşakkatle görev yapan insanları, doğrudan şu an tartışma konusu olan yapıların bir parçası olarak düşünmek hatadır. Seferberlik Tetkik Kurulu mantığıyla Özel Kuvvet mantığını birbirinden ayırmak gerekir.

Tehdit algısı dünyada değişti ama bizde algı ve teşkilatlar aynı mı kaldı?

Bu son dönemde kamuoyunun içine düştüğü çok ciddi bir hata var. Bir konuda yanlış bir algı içindeler. Şüpheli ilişkiler ağını açıklarken, 12 Eylül’den önceki teşkilatlanma biçimiyle, Sovyetler yıkıldıktan sonraki yani günümüzdeki teşkilatlanma biçiminin aynı olduğu zannediliyor ki, öyle değildir.

O dönemde bu teşkilatın içinde yer almış birçok kişinin, şu anda evlerinde televizyonların başında pek çok şeyi hayretle izlediğinden eminim. Ara dönemde İran’da bir devrim oldu, ardından Türkiye’de ihtilal. Daha sonra Sovyetler’de bir değişim rüzgârı başladı. Bütün bunların neticesinde tehdit algısı değişti. Komünizm tehdidinin yerini irtica diye bir şey aldı. Ya da bir dönem ikisi birden tehdit kapsamında ele alındı. Teğmenliğimiz döneminde bazı komutanlarımızın, “orduda eşi başörtülü tek subay bırakmayacağız” yönünde açık konuşmalar yaptığını, İslamiyet’ten kopuk ve metafizik bir Türklük vurgusunun ön plana çıktığını hatırlıyorum.

Ergenekoncu yapı ve Kızılelma ortaklığı bu süreçte nasıl oluştu?

Şimdi komünizme ve Kızıl Ordu’ya karşı teşkilatlanan ve daha ziyade milliyetçi muhafazakâr insan tipi üzerine oturtulan silahlı mücadele konseptinin yerini bu defa silahsız ve şu an kamuoyunda ulusalcı olarak bilinen veya İslamî hassasiyetleri olmayan Türkçü insan tipine bıraktığı muhakkaktır. Eski ‘solcular’, ‘Marksist’ çizgiden Kemalist çizgiye kaymış imajı veren veya dini inançları zayıf olan ve de Perinçekvari insanlar da buna dahildir. Bedeni güç ve yeterliliği olan insanların yerini, gazeteciler, sivil toplum örgütleri veya bunların yaşlı başlı liderleri ve saçı başı ağarmış yazar-çizer takımının veya Kızılelma koalisyonlarının alması doğaldır. İşte bizi Ergenekon denen yapıya götüren bu süreçtir.

Peki, yeraltından çıkan silahlar kimin?

Genelkurmay Başkanlığı yeraltındaki silahların toplatıldığını ve halen yeraltında silah bulunmadığını açıkladı. Bu demektir ki, ülkenin en azından kısa veya orta vadede silahlı bir işgal altına girmesi gibi bir tehlike mevcut değildir. Yani bu sebep ortadan kalkmıştır. Hal böyleyken, halen varlığını devam ettirdiği söylenen bu ve benzer teşkilatların genel bir iç ve dış tehdit değerlendirmesiyle nasıl bir örgütlenmeye gittikleri, bunların tehdit algısını kimin belirlediği en azından milli iradenin temsilcisi olan insanlara açıklanmalıdır. Teşkilat sözcüğünden kastım Özel Kuvvetlerin bordo bereliler olarak bilinen esas çatısı yani askeri unsurları değildir. Bu teşkilatın sivil uzantılarıdır.

Asker, hükümetin bir üyesini neden takip eder?

Silahlı Kuvvetler’in bir sivil vatandaşı takip etme görev ve yetkisi olmadığına göre, dışarıya bilgi sızdırdığı düşünülen bir Silahlı Kuvvetler mensubunun takip edildiği yönündeki açıklamanın dışında başka bir açıklama zaten beklenemezdi. Takip edilen bir ordu mensubu dahi olsa, bunun bu şekliyle yapılması uygun mudur ve hukukî midir? Bu personel kime nasıl bir bilgi sızdırmaktadır? Bilgi sızdırdığı insanlar hangi ülkenin ajanları veya görevlileridir? Bilgi sızdırılan başka bir ülkenin ajanı veya görevlisi ise bu konuda derhal emniyet ve MİT’in yardımına da başvurulması ve konunun daha ciddi ve daha geniş çapta araştırılması gerekmez mi? Bir başka ülkenin ajanları veya görevlileri değil de bir gazetenin iddia ettiği gibi, bilgi sızdırılan insan devletin bakanı ise, silahlı kuvvetlerin kendi devletinin bakanından gizlediği ya da gizleyeceği bilgiler mi mevcuttur ki, bizim bakandan gizleyeceğimiz herhangi bir bilgimiz yoktur denmeyip de bu personel takip altına alınmıştır?

Burada sizce hedef kim veya kimlerdir. Bu süreç bizi nereye götürür?

Gözaltına alınan personelden, başka bakanlarla ilgili bilgilerin ve o bakanların oturduğu yerlerin krokilerinin çıkması hayra alamet şeyler değildir. Ortalıkta bazı kaos planlarının dolandığı da göz önüne alınırsa, böyle bir durumda her türlü ihtimali düşünmek ve olayı hafife almamak lazımdır. Kamuoyuna sızan bu bilgiler doğruysa, rahatlıkla söyleyebilirim ki, burada hedef doğrudan Bülent Arınç değildir. Bizi bekleyen en büyük tehlike, bir Türk-Kürt çatışması çıkarılması ve bunun bazı siyasilere karşı yapılacak provokatif eylemlerle beslenmesi tehlikesidir. Bu işlerin kuralı gereği, hangi siyasetçi üzerinden hangi safhada provokatif eyleme girişileceğini olayların gelişme çizgisi tayin edecektir. Bu husus, çeşitli provokasyon alternatiflerini içeren özel bilgilerin daha önceden bir havuzda toplanmasını gerektirir. Olaya böyle bakmak lazımdır. Ben bu olayın hafife alınmadığını ve başta Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesi olmak üzere, devletin ilgili birimlerinin büyük bir dikkat içinde olaya eğildiğini düşünüyorum.

TSK içindeki bu gizli yapılanmadan üst kademenin haberi yok mu?

Silahlı Kuvvetler’deki bazı insanların emir komuta hiyerarşisini yok farz eden komitacı ve cuntacı faaliyet ve yönelmeler içine girdiği açıktır. Bunların sivilde bazı uzantılarının olduğu da ortadadır. Güya sivil olduğunu iddia eden bazı oluşumların, milli irade ile işbaşına gelmiş bir hükümeti devirme konusunda neye dayanarak ve neye güvenerek bu kadar gönüllü ve heveskar bir gayret içine girdiği ciddi şekilde araştırmalıdır. Hilmi Özkök paşanın hükümetle uyum içinde çalışıldığını söylediği zaman, bazı gazete yazar-larınca 27 Mayıs’ta teğmene tekmeletilen Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun örneği ile tehdit edildiği unutulmamalıdır. Bunların Silahlı Kuvvetler içinde bazı ilişkilere girmeden, böyle bir tehdit kültürünü sergileme cesaretini gösterebilmesi mümkün değildir. Yapılacak olan şey, bu tür faaliyet ve yönelmeler içinde olan personeli süratle tasfiye etmek ve Silahlı Kuvvetler’i siyaset zemininin dışına çekecek kanuni düzenlemeleri bir an önce yapmaktır.

{mosquelle}Taraf, 3 Ocak 2010 {/mosquelle}

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*