Esma tecellisi ne demek?

Asıl vazifemiz “İman-ı billah, ma’rifetullah ve muhabbetullah” olduğuna göre acaba kâinatın Sahibini nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz? Veya nasıl tanımalıyız?

Kur’ân-ı Kerîm’in tarif ettiği, Rasulüllahın (asm) tanıttığı şekilde mi; yoksa zihnimizde oluşan değişik kültürlerin imajlarıyla mı? Allah kimdir; nasıl bir varlıktır? Hangi isim ve sıfatlar sahibidir? Sıfatlarının mahiyeti nedir? Allah Kendisini bize nasıl tanıtmakta, hangi isimlerle onu çağırmamızı emretmektedir? Allah’a tanrı denir mi?

Bu soruların cevaplarına geçmeden önce, bilmeyi ve tanımayı kısaca tahlile tabi tutmalıyız. Elbette bilmekten bilmeye fark vardır. İlkokulda iken matematik biliriz, ortaokulda da biliriz, lise de biliriz. Üniversitede, matematik fakültesinde okuyan da bilir, orada asistan olan da, doçent bilir, profesör de bilir. Ve Einstein veya matematik dahileri de bilir. İşte, bunlar bilmenin dereceleridir.

Yaratıcı asla yarattıklarına benzemez. Verilen örnekler, sadece zihnimize yaklaştırmak ve meseleyi daha iyi kavramak içindir. Yoksa, sonsuz kudret sahibi Yaratıcı ile, aciz, zayıf, belki bir toz kadar bile olmayan yaratılmış insan arasında “yaratılmış olmanın” dışında hiçbir münasebet yoktur.

Bu dünyadaki akıl, zihin ve idrak gibi algı boyutlarıyla Kadir-i Mutlakın Zâtını asla bilemeyiz. Çünkü, sonsuz azamet ve uluhiyet sahibi olduğundan ihata edemeyiz. Ancak, şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecelli eden, yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatlarıyla bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nisbetinde tanırız. Ve bilgimiz derecesinde de azâmeti zihnimize yerleşir ve ona göre sever, sayar, ibâdet eder, emirlerini dinler, nehiylerinden sakınırız.

Allah, sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi. İçinde bulunduğumuz bu âlemde, 18 bin, başka âlemde, 100 bin ismi, trilyonlarca yıldız âlemleri ve kümelerinde trilyonlarca ve sonsuz ismi “âlemlerde” tecelli eder! Çünkü O, Ezelî ve Ebedî olan Rabbü’lâlemîndir. Esmâsı da öyle olması gerekir.

Bize göre en meşhurlarına Esmâ-i Hüsnâ deniyor. Esmanın kâinattaki tecellilerinden, görüntü ve gölgelerinden anlamaktayız. Tıpkı, san’atkârları, eserlerinden, mimarları yapılarından tanımamız bilmemiz gibi.

Kâinatta geniş, devamlı, muntazam, enteresan, dehşetli değişme, yenilenme, doğma, büyüme, olgunlaşma faaliyetleri görüyoruz. Bunlar, bir Rabbin terbiyesi ve dolayısıyla bir Uluhiyetin varlığını göstermektedir.

Her fiilin arkasında bir fail, her ilmin arkasında bir âlim, her terbiyenin arkasında bir mürebbi, her kitabın arkasında bir kâtip, her san’atın arkasında bir san’atçının bulunması aklın zaruretindendir. Meselâ, güzel, mânâlı ilmî bir kitap veya, mimarinin bütün incelikleriyle yapılmış bir ev, açıkça; yazmak ve yapmak fiillerini gösterir. Yazmak ve yapmak fiilleri; yazıcı ve dülgerlik san’at isimlerini; bu ünvanlar ise; kitabet ve dülgerlik san’atı ve sıfatlarını; bu san’at ve sıfatlar da bir zâtı gösterir.

Zira, failsiz bir fiil, müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san’atkârsız bir san’at mümkün değildir.1

İşte kâinattaki bütün bu fiiller, faaliyetler, güzellikler, nakışlar, san’atlar, sıfatlar, Esmâ-i Hüsnâ sahibi birisini göstermektedir. Kur’ân’da bu hususta şöyle ferman eder:

“En güzel isimler, el-esmâü’l-hüsnâ, Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle duâ edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”2

Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 133.
2- A’raf Sûresi, 180.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*