Evimizin sakallı çocuğu; babam…

Yazının hemen başında şunu ifade edeyim ki; buradaki maksadım, babamı anlatmaktan ziyade, cemiyetimizde, hayatımızda mühim bir yer tutan, evlerimizdeki, gücü zayıflamış, yürümeye mecalleri olmayan, bakıma muhtaç ihtiyarlara davranma usûllerimizi, elimizden geldiği kadar dile getirmektir. Bu yazıyı okuyan birçok kişide veya yakınlarında bu hâller yaşandığından ve bazı evlerde hayatın bir parçası olduğundan, hatta hayatınızın seyrini değiştiren bu mevzuuyu yazmak istedim.

Şu anda 95 yaşının içerisinde bulunan babam, (birkaç defa bahsetmiştim, hemşehrisi olan Zübeyir ağabeyle doğum tarihleri aynıdır.) 27 sene önce rahmetli olan annemin vefatını müteakiben, yanında kalan iki kardeşimin de evlenmesinden sonra, Ankara’daki evinde yalnız yaşamaktaydı. Bütün kardeşlerin çok ısrar etmelerine, hatta ağabeyimin Yalova’dan, benim de Bursa’dan, arabamızla bir-iki defa alıp yanımıza getirmek için gitmemize rağmen, bir türlü evimize getiremiyorduk. Geçtiğimiz yaz birden, ihtiyarlığın verdiği za’fiyete dûçar olunca, ağabeyimlerle beraber hemen Ankara’ya giderek hastahaneye götürmek istedik, oraya da gelmeye ayak diretti. Artık zorla götürdük. İki-üç gün yoğun bir serum tedavisinden sonra kendine geldi. Taburcu olacağı zaman düşünüyorduk, “Şimdi ayak diretip yine bizlerin yanına gelmez de, evine gitmek için ısrar ederse” diye. Aklımıza, doktora söylemek geldi. Doktora daha önceki durumunu anlatıp dedik ki, ”Babam şimdi yine bizlerin yanına gelmek istemez. Size zahmet ona deyin ki ‘Amca eğer tek kalırsan yine hasta olursun’“ ve doktor bey sağ olsun o şekilde söyledi, yine de pek razı olmadı ama ağabeyim, babamı alıp Yalova’ya götürdü. Sağolsunlar, ailece babama ihtimamlı bir bakım yapıp, yedi ay yanlarında kaldı.

1 Şubat tarihi itibariyle babamı biz Bursa’ya getirdik. Evimize gelince, ”Babam evimizin bereket direği olacak inşaallah” dedik. Mu’tad Kur’ân hatmimi, birkaç senede bir mealli olarak yaparım. Yine mealli olarak başladığım hatmimde enteresan bir tevafuk oldu. Tam babamın geldiği günlerde İsra Sûresi’ni okuyordum. Bir baktım, 23 ve 24. âyetlere gelmişim. Orada mealen, Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu: “İsra 23: Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf!’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.  Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı, merhamet et.’” Bu âyetleri okurken, hem gözlerim yaşardı. Hem de, bu emr-i Rabbî’ye tâbî olacağımızdan dolayı da sevindim. Evet, aynen âyet-i kerimedeki gibi, bizi küçükken koruyup kollayan, yetiştiren babamız, adeta şimdi bir nevî çocuklaşmıştı. Fakat onun o hâlleri hepimizin o kadar hoşuna gidiyordu ki, babama benden çok hizmet edip, ihtimam gösteren hanıma dedim ki; ”Babam bizim evimizin sakallı çocuğu”. Bu ifadem, evdekilerin de hoşuna gitti.

Artık günlerimiz ve hayat seyrimiz babama göre tanzim oluyordu. Aynı yeni doğan çocukların çok uyuduğu gibi, gününün çoğu uykuyla geçiyordu. Ona hizmet etmek, hepimiz için bir zevkti. Üstünü-başını giydirirken, abdest aldırıp, banyo yaptırırken, hülâsa hiçbir şeyinden üşenmiyor ve ona hizmetin bir ibadet olduğunu biliyorduk. Yani, biraz evden ayrılmak durumunda kalsak, gözleri hemen bizi arar (aynen küçük çocukları evde bırakıp da, biraz ayrılınca gösterdiği tavır gibi), eve geldiğimizde ise, gözlerinin içi parlar. Yukarıdaki âyetleri en güzel bir şekilde tefsir eden Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, bu mevzudaki sözleri kulaklarımızda yankılanıyor:

“Hem, peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. ‘Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın “Öf” bile deme’ âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate, evlâdı dâvet etmesi, Kur’ân’ın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukùkları ne derece çirkin olduğunu gösterir.”

“Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zira münâkaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.”

İşte bu son kısım da aklımıza, baba veya annelerinin güçsüz, halsiz bir durumda yanlarında kalmaya mecbur olan bazı vicdansız evladların, o muhterem ihtiyar ve ihtiyareleri götürüp “huzurevi” denilen ama çoğunun da oralarda çok huzur duymadığı bu yerlere bırakmasını anlamak mümkün değildir! Bu nasıl vicdan, nasıl iz’an? Aslında, işin mahiyetini bilseler, ömürlerinin uzun olmasına, huzur kaynağı ve evlerinin bereketi, âdeta belâ ve musibetlere karşı birer paratoner olan o muhteremleri başlarında taşırlar.

Gözümün nuru babam, bizim için bir bâr değil, bir değerdir. Akşamları oturup eski günlerini, yaşadıklarını anlatıyor, biz de zevkle dinliyoruz. 9 yaşında annesi ölmüş, neler neler gelmiş başına. Hayatı hep gurbet ellerde geçmiş. Nihayet 1945 senesinde Ankara’ya gelip yerleşmiş, Ankaralı olan annemle evlenmiş, hep o hatıraları anlatır. Bir de, çok iyi bir demokrattır. 1946 seçimlerini, Rahmetli Menderes’i, DP’nin kuruluşunu, İsmet Sezgin’le beraber DP’nin Ankara Yenişehir ocağını kurduklarını, kendisinin de 120. üyesi olduğunu anlatır. Maşaallah, hafızası çok yerinde ve kuvvetlidir. Birçok şahsı adıyla soyadıyla söyleyip, yaşadığı hadiseleri de günleriyle zikrediyor. İyi de bir Yeni Asya okuyucusu olan babam, 45 senedir okuduğu gazetesini çok sever ve sabah ilk işlerinden biri gazeteyi eline alıp, didik didik ederek her tarafını okumak olur. Haberleri ondan alırız. Bize “Gazete geldi mi?” diye sorar. Bir sabah baktım gazete için kapıya taktığımız poşet yerinde yok. Bastonla zor yürümesine rağmen, meğer kapıyı açıp gazeteyi alıp, okumaya başlamış bile. Üstadı sağlığında görüp, Son Şahitler vasfına vasıl olan, ikisi de rahmetli olmuş olan Mustafa Özsoy ve Ahmed Gümüş ağabeylerle akrabalık derecelerini anlatır.

Evet, yanlarında; ana veya babası veya her ikisi de kalanların başlarına, aslında bir devlet kuşu konmuştur, onların kıymet ve kadrini iyi bilmek lâzımdır. Onların duası yeter. Allah; anne ve babasına hizmette kusur etmeyen, onların kalplerini kırmayan, onların hayır duasını alanlardan eylesin inşâallah!

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*