Evleri ilim merkezi ve medrese-i Nuriye yapabilmek

Dünyanın meşgalesi ve de sokaklar biz insanlardan birşeyler eksiltiyor ve çoook yoruyor bazen.

Çıktığımız gibi dönemiyoruz evlerimize! Toplumun fertleri olarak çoğumuz yorgun savaşçılar gibi dönüyoruz yuvalarımıza. Cennetten bir köşe olması gereken hanelerimize, çoğu zaman yüreğimizde çentik yaralarıyla avdet ediyoruz. Hiç umulmadık hadiseler, olaylarla karşılaşabiliyoruz. Tanımadığımız birisinin aniden bize; “Sen de nereden çıktın be adam?” hitabına muhatap olabiliyoruz. İnciniyoruz! Öfkeleniyoruz; ilk ve son defa göreceğimiz böyle bir şahısla aramızda bir boşluk ve görülememiş bir hesaplaşma öylece kalabiliyor. Ansızın sokak ortasında yaşanan bir kavga… Terbiye kurallarını zorlayan bazı konuşmalar… Toplu yerlerdeki müstehcen ifade ve giyimler… Dengesi ve mizanı bozuk hareket ve davranışlar piyasaya fazlasıyla hâkim maalesef! Kaba davranışlar, gülümsemenin unutulduğu haller, hakkın, hukukun çiğnendiği durumlar, egoizmin bitmeyen yükselişinden ortaya çıkan ortamlar, apartmanımızda dahi tanımadığımız yüzler, selâmsız, sabahsız kapanıveren kapılar… Ve daha nice olaylar ve insanlar!

Şimdi bütün bunların yanında biz bir kapı açacağız! Bu, içeriye doğru açılan bir kapı! Bu kapı, kendi evimizin kapısı… Ve sonra onu dışarıya doğru kapatacağız. Yani sokağa ve onun tehlikelerine… Yeryüzünün hiçbir noktasında olmadığımız kadar güvendeyiz artık, aynı zamanda hiç olmadığımız kadar huzurlu ve samimî… Burada görmeyi istemediğimiz hiç kimse yok. Görünmeyi istemediklerimiz de yok! Eşimiz ve çocuklarımızla ya da sadece eşimizle ya da sadece çocuklarımızla, bir ihtimal sadece kendimizle baş başa bir vaktin ve mekânın tek sahibiyiz.

İşte burasını şenlendirecek, daha huzurlu ve neşeli bir ortam haline getirecek olay; en başta inanç ve maneviyatın hâkim olmasıdır. Muhabbet, sevgi, saygı ve paylaşımın bütün ağırlığıyla devreye girmesi lâzım gelen mekândır evlerimiz. Orada, her gün görüp bütün dertlerimizi ve mutluluklarımızı paylaştığımız dünyanın en güzel yaratıkları vardır bizimle birlikte. Yüce Yaratanın kudsî emanetleridir onlar bize. Dünyalara değer hayat arkadaşımız ve âlemlerin efendisinin tarifiyle; “Cennet meyvesi, kalplerimizin parçaları olan yavrularımız!” Masum gülüşleriyle, yardımseverlikleriyle, tatlı dilleriyle, saygı ve hürmetleriyle dünyada ayrı bir hayat kaynağıdır onlar. Dertlerimize ortak olma çabaları, acılarımızı giderme gayretleri, sıkıntıları paylaşarak atlatma himmetleri, samimî gönül, safi ruh ve tertemiz kalpleriyle en tatlı emanetler ve en sevgili dostlardır “hane halkımız”!

Ne kadar kıymet değer, ne kadar vefalı, ne kadar kadirşinas, ne kadar fedakâr emanettir onlar bize. Ya günlük kullandığımız eşyalarımız? Oturduğumuz koltuk, sandalyemiz, masamız, halımız, kitaplığımız, penceremiz, elbiselerimiz, akşama kadar bizi bekleyen çiçeklerimiz, kitaplığımız, raflar, duvarlar, perdeler, panjurlar, yüzümüzü bizimle buluşturup konuşturan ve hep aynı bizi gösteren ayna, akşamları sokağın karanlığına kapanıp, aydınlığı içe çeken perdeler… Ve daha niceleri! Ellerimizle, gözlerimizle, ruhumuzla, kalp ve gönlümüzle onlarla da yakın olabilsek! Haklarını verebilsek ne güzel olur değil mi?

Bunun için evler kendilerine ‘dört duvar’ diyenlerden hiç haz etmezler; bir de istenildiği vakit terk ediliveren otel odalarına benzetilmekten. Sabahları tahliye olmuş bir mahkûm sevinciyle çıktığımız sokaklardan döndüğümüzde bir ses, bir ışık, mutfaktan gelen yeni demlenmiş çay kokusu ve nefis yemeklerin buharını bulamazsak anlamalıyız ki ev bize küsmüştür. Bu tehlikeli bir sürecin başlangıcıdır.

Bütün bunları taçlandıracak hadise ise, evlerimizin, yuvalarımızın manevî alanını hiç, ama hiç ihmal etmememizin gerekliliğidir. Birlikte birkaç dakikacık bile olsa İlâhî hakikatleri dillendirmek, tezekkür ve tefekkür etmek o yuvanın zembereği ve mâyesidir.
Bu hakikate işaret eden asrın tefsirinden bir ihtar ve hatırlatmaya göz atalım:

“Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriye’ye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi’nde yazılan beş nevî ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevî ibadet hükmüne geçebilir’ diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası, eski: 338, Mek. No: 297)
Bu hakikate işaret eden asrın tefsirinden başka harika bir örnek:

“Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde (insanın dünya hayatında) en cem’iyetli merkez ve en esâslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh (sığınak) ise; aile hayatıdır ve herkesin hânesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hâne ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise, samimî ve ciddî ve vefâdârâne hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedâkârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat (beraberlik) ve sermedî (devamlı) bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne (evlâda yakışacak şekilde), kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir.

“Meselâ, der: ‘Bu haremim, (eşim) ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır (hayat arkadaşımdır). Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedâkârlığı ve merhameti yaparım’ diyerek o ihtiyar karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir-iki saat sûrî (şeklî) bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfârakate (ayrılığa) uğrayan arkadaşlık; elbette gâyet sûrî ve muvakkat (şekilde ve geçici) ve esâssız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye (kendi cinsinden olana acımak) mânâsında ve bir mecâzî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir ve hayvânatta olduğu gibi başka menfaatler ve sâir (diğer) galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlûb edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir…” (Şuâlar, Dokuzuncu Şuâ, Mukaddime, s. eski: 167, yeni: 288, Sözler, Onun Sözün Zeyli, yeni: 162)

Bütün bunları kısaca özetleyecek olursak:
Evlerimizi, kendimiz ve çocuklarımız için eğitici ve öğretici bir mekâna çevirebiliriz.
Birlikte okuma saatleri düzenleyerek evimizi bir ilim yuvasına dönüştürebiliriz.
Meşveret ve istişare ile sıcak aile ortamını fikir alış verişi yapan bir meclise dönüştürebiliriz.

Manevî havanın ve birlikteliğin ışığında var olan sıkıntıları azaltarak, vaki olan mutlulukları da paylaşarak; meşrû dairede dünya hayatımız boyunca mutlu ve huzurlu bir ortam sağlayabiliriz.

Ömür boyu “hanelerimizde” mutlu bir hayat geçirmek dilek ve temennisiyle.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*