Ey insan, küçüklüğün içinde bir âlemsin!

Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat… abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
İnsan, şu kâinat içinde pek nâzik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü, o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudât, ona musahhar olmuş.
Eğer insan zaafını anlayıp, kâlen, halen, tavren duâ etse ve aczini bilip istimdâd eylese, o teshîrin şükrünü edâ ile beraber, matlûbuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle onun aşr-ı mîşârına muvaffak olamaz. Yalnız, bâzı vakit, lisân-ı hal duâsıyla hâsıl olan bir matlûbunu, yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip, onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte, cây-ı dikkat, zaaftaki bir kuvvet ve şâyân-ı temâşâ bir cilve-i rahmet!..
Nasıl ki, nazdar bir çocuk, ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle, matlûblarına öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki, o matlûblardan binden birisine, bin defa kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himâyeti tahrik ettikleri için, küçücük parmağıyla kahramanları kendine musahhar eder. Şimdi, böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himâyeti ittiham etmek sûretiyle, ahmakâne bir gururla, “Ben kuvvetimle bunları teshîr ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir.
İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfrân-ı nimet sûretinde, Kârun gibi “İnnemâ ûtîtühû alâ ilmin”, yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder.
Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir.
Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.
Ey insan! Mâdem hakikat böyledir; gururu ve enâniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını istimdâd lisâniyle, fakr ve hâcâtını tazarrû ve duâ lisâniyle ilân et ve abd olduğunu göster. Ve “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl” de, yüksel.
Hem deme ki: “Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?” Çünkü sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.
Evet, ey insan! Sen, nebâtî cismâniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibâriyle, sağîr bir cüz, hakîr bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudât-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyâsını tazammun eden imânın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin. Ve hakaretin içinde, öyle makamın büyük ve daire-i nezâretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin, “Benim Rabb-i Rahîmim, dünyayı bana bir hâne yaptı; ay ve güneşi o hâneme bir lâmba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı; ve nebâtâtı, o hânemin zînetli levâzımâtı yapmıştır.”
Netice-i kelâm: Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmi olursun.
Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*