Ezandaki ibretli ses

Ezan-ı Muhammedi’yi (asm) dinliyorum. Kıymetini anlamaya çalışır gibi. Anlıyor muyum, bilmiyorum. Tam anlar gibi değilim sanki. “Peki nasıl anlaşılır ki?” diye düşündüm. “Ya okunmazsa…” dedim, “Ya okunmasaydı…” dedim, bir an yokluğunu farzettim. Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi, tıpkı 68 yıl önce olduğu gibi. Aman Allah’ım, tahammül ne mümkün böyle bir zulme. Allah yaşatmasın bir daha böyle bir zulmü bu millete. Ezansız bir millet, ezansız camiler…

1932’de ezan büyük bir zulümle yasaklandı. Tam 18 yıl, dile kolay. Bir bebeğin doğup 18’inde delikanlı olduğu zamana kadar o ses-i mübareği duymaması… Ne kadar zordur bilir misiniz ya da bilebilir miyiz acaba bilmiyorum. Dahası bilmek de istemiyorum. Tahayyülü bile son derece ızdırap veriyor.

Sonra aklıma bir soru geliyor. Bediüzzaman diyor ya: “Beşer zulmünün altında kaderin adaleti var” diye. Peki beşerin bu zulmü altında kaderin hangi adaleti vardı acaba? Ne yaptık da kadere bu fetvayı verdirdik? Ezanı dinlerken yeterli tazimi mi gösteremedik? Yoksa ülfet perdesi altında kıymetini mi bilemedik? Veya Rabbimizin beş vakit-tâbirde hata olmasın-hiç usanmadan bizi “Haydi namaza, haydi felâha, haydi huzura” diye çağıran o davetine icap etmedik mi? Bunların cevabını bilmiyorum ama Hz. Üstad’ın bir rüya-i sadıkada, her asrın temsilcilerinin de katıldığı, kendisine “Ey helâket, felâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et” denildiği ve bu asrın sahibi olarak çağrıldığı o meclise katılıp “Sorun, cevap vereyim” dediği ve verdiği cevaplar geldi aklıma. “Birinci Dünya Savaşı’nın neden başımıza geldiği” sorulmuştu mânâ olarak. Üstadın verdiği cevap çok mânidardır: “Yirmi dört saatten yalnız bir saati beş namaz için Halıkımız bizden istedi. Tembellik ettik, beş sene yirmi dört saat talim, meşekkat, tahrik ile bir nevî namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız birini ihsan ettiği maldan zekât istedi. Bulh (cimrilik) ettik. Zulmettik. O da bizden müterakim (birikmiş) zekâtı aldı.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 489-495, Y.A.N.)

Aynen onun gibi 18 yıl hangi ef’âlimizle kadere bu fetvayı verdirdik bilmiyorum.

Suçlu arıyorum, illâ ki insan önce kendine bakmalı diyorum ama… Bu hesaplaşmanın sonunda dönemin hükümeti ve reisi geliyor aklıma pek tabii. Dini yok etmeye çalışan bir komite ve hükümet… Sözümü, yirmi yedi yıllık tek parti diktasıyla yönetilen dönemin icraatları destekleyecektir. Delil isteyenler için bir örnek verirsek: Dinî tedrisatın okullardan kaldırılması, Lâtin harflerinin zorla dayatılması, camilerin kapatılıp müzahrafatla doldurulması veya depo adı altında ahırlara çevrilmesi vs. Bu gibi örnekler dışında pek çok şey sayılabilir. Bildiklerimi ve bir de bilmediklerimi düşününce liste epey kabaracaktır. Yani saysam bitmez. Bildiklerimi görünce bir de bilmediklerimi düşündüm ve artık ayakta uyutulmaktan vazgeçtim. Lise öncesi ve sonrası okuduğum bütün tarih derslerini unutup yeniden, yakın ve gerçek tarihi öğrenmeye çalışıyorum. Oldukça ilginç ve saklı bir tarih var karşımda. Bize anlatıldığı gibi o anlı-şanlı tarih öyle sürüp gelmemiş bugüne kadar. Karanlık günler de yaşanmış, koyu istibdatlı günler de.

Evet Halk Partisi’nin onca zulmüne karşı millet olarak–on sekiz yıl bedel ödedikten sonra–”bu gidişe dur” dedik, demokrasiye geçmek istedik ve Allah 1950’de nasip etti. Bilindiği gibi Menderes’in DP’si dine ve dindarlara oldukça taraftar idi. Bediüzzaman “dindar demokratlar” diye bahseder onlardan. İşte o dindar demokratların iktidar olunca yaptıkları ilk icraat ezanı aslına çevirmek oldu ve Ramazan’ın ilk cumasında minarelerden “Allahu ekber” sadalarını duyanlar nerede olursa olsun “Allah Allah” diyerek gözyaşları içinde secdeye kapanmıştı. Aradan yıllar geçti. Çok şükür şimdi ezanımızı minarelerden–tek sesle bile olsa–dinliyoruz. Binler elhamdülillah…

Allah bir daha bu millete böyle zulüm yaşatmasın. Âmin. Bunları düşününce biraz daha kıymeti anlaşılıyormuş gibi geldi bana. Elhâsıl ezanımıza sahip çıkalım. Ülfet perdesini yırtıp saygı ve hürmetle dinleyelim. Dahası çağrıldığımız o sese, büyük bir şevkle icabet edelim. Öyleyse haydi namaza, haydi.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*