Fakr’ı hissetmek

Fakirlik, muhtaç bulunduğu şeylere sahip olamama mânâsına gelmektedir. Fakrını bilmek bütün varlıktan vazgeçip, sadece Allah’a kul olma, sadece O’na muhtaç olmaktır. Yoksa, halkın anladığı şekliyle kişinin maddi anlamda fakir ve yoksul olması değildir.

Risale-i Nur’un dört esasından birisi fakr’dır. Varlığı kendinden olmayan her şeyden alâka kesip, doğrudan doğruya Allah’a yönelmektir. Bu itibarladır ki, fakr’ı hissetmek bütün faniyat ve zailâtı kalben terk etmekle olur.

İnsan, dünyalar dolusu serveti bulunsa da, onların üzerindeki fani ve zail damgasını okuyarak sadece O’nu görür, O’nu bilir, O’nu düşünür, O’na dayanır, O’ndan yardım ister ve O’ndan başka her şeye kapanır.

İnsan gafletle acz ve fakr’ının şuuruna varamadığı durumlarda bunu ihsas ettirecek sıkıntı, belâ ve ihtiyacat hallerine uğrar. Bu, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bir merhametidir. Zira kulluğun özü, acz ve fakrını anlamaktır. İnsan şuurlu olarak bunu anlamaz ve unutursa, Cenâb-ı Hak ona musîbetlerin diliyle öğretir ve anlatır.

İnsanın fakr ve ihtiyacı zillete sebep değildir. Ancak fakr, insanlara gösterilirse bu bir zillettir. Aksine insan, fakrının şuurunda olduğu ölçüde (Allah’a karşı) izzetine vesiledir. Çünkü insan neyi güç kabul ederse, onun önünde eğilir. Allah’tan başkasını mercii kabul etmeyen insan, hiçbir şeyin önünde eğilmeyecek ve izzetini muhafaza edecektir.

İnsan, vicdanında nokta-i istinad ve istimdadı duyup, hissedip, Cenâb-ı Hakk’a yöneldiği nispette, başka şeylere muhtaç olmadığı şuur ve idrakine ulaşır. İşte bu halde olan birisi de, tam bir fakir olduğu halde, hiç kimseye ve hiç kimseye karşı ihtiyaç hissetmez.

Fakr, Cenâb-ı Hakk’ın gönüllere koyduğu bir sırdır. Bu sır ile, kalp gözü açılır, kâinatın zahiren açık, fakat hakikatte kapalı olan kapıları, acz ve fakr ile açılır.

İnsanın fakrını hissetmesi, hiç çalışmaması, mal-mülk sahibi olmaması anlamına gelmez. Fakr’ı hissetmek, mal-mülk sahibi olmak, fakat bunların yozlaşmaya, sefahete, gurura, şımarmaya sebep olmaması ve her daim Cenâb-ı Hakk’ın nimetlendirmesi olduğu şuuruyla hareket etmek ve düşünmektir. Üstadın ifadesiyle, ‘Dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.’ Bunun ölçüsünü de Mesnevî-i Nuriye’de şöyle tesbit eder: “Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz.” Evet, fakrını hisseden insan için nimetler ona yaklaşma vesilesi olur, ondan uzaklaşma vesilesi değildir.

Enaniyetin, benliğin, özgüven adı altında şımartıldığı ve insanın kendi nefsi, çevresi ve bütün mahlûkata karşı zulmettiği böyle bir asırda, acz ve fakrını anlamak ve şefkat hissetmek ne kadar lüzumludur. Bunun için önce acz ve fakrını kişi kendisine itiraf etmesi gerekir. Zira, insanın kendini en muktedir gördüğü yeme, içme, konuşma gibi fiillerinde dahi iktidarı bir hiç hükmündedir. Sonsuz ihtiyâcât içinde yuvarlanan insana bu ihtiyaçlarını verecek tek mercii Cenâb-ı Hak’tır. Buna ulaşmanın vesilesi ise, fakrını hissetmektir.

Hâsılı, insan varlığı itibariyle muhtaç olduğu şeylerin yüzde birine bile sahip olamayacak kadar fakirdir. İşte insan bu his ile, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederse, Cenâb-ı Hakk’tan ona öyle teveccühler olur ki, olmayacakları oldurur.

İnsanın her şeye ihtiyacını hissettiği manevî merkez nefistir. İşte nefis, ancak fakr hissiyle her şeyin sahibine ulaşır ve O’nu tanır. Bu his onu Rahman ismine ulaştırır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*