Fenler, Kitab-ı Mübin´den Haber Veriyorlar

“Amma, Kitab-ı Mübin ise alem-i gaybdan ziyade alem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade kudret ve made-i ilahiyenin bir ünvanı bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise Kitab-ı Mübin kudret defteridir. Yani her şey, vücudunda, mahiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kamilenin desatiri ile ve bir irade-i nafizenin kavanini ile vücud giydiriliyor; suretleri tayin, teşhis edilip, birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor.”

Aslında İmam-ı Mübin ile ilgili izahlarda Kitab-ı Mübin de kısmen ortaya konmuş oldu. Mülk boyutundaki kavramlar çerçevesinde algılandığında bu iki kavram bir yönüyle birbirini tamamlayan bir bütün oluşturan iki parça gibiler. Sahip oldukları özellikler gereği de bir izafilik ve itibarilik söz konusu. Mesala İmam-ı Mübin alem-i şehadete bakıyor. Bu yönüyle bakıldığında “şehadet” kavramı ön plana çıkıyor. Şehadet, bütün duyu organları ile algılamanın genel adı olmalı. Algıladığımız her şey “hal-i hazır”ı “şu an”ı yada “şimdi”yi oluşturuyor. Bu hali yani hazır dediğimiz hali “şu an”, ya da “şimdi”‘yi tam olarak tespit edebilmek ise mümkün değildir. Çok süratli bir şekilde giden bir otobüs içindeki yolcunun “şu an neredeyiz” sorusuna tam doğru cevap verebilmek mümkün değildir. Çünkü cevabın verildiği an, sorunun sorulduğu an olmayacaktır. “Şu an” ile ifade edilen andaki yerden çok uzaklaşılmıştır. Dolayısı ile cevabın verildiği andaki yer, sorunun karşılığı olmayacaktır. Zerreler boyutunda düşünüldüğünde de işleyiş o kadar hızlıdır ki, varlığın, “şimdi” kelimesinin söylenme süresinde bile milyarlarca kez değişime uğradığını söyleyebiliriz. O zaman “şimdilik” kavramı hiçbir zaman çok net olmayacaktır.

Mazi, müstakbel ve hazır zaman sürekli bir içiçelik hali sergiler. Yani İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin aslında birbirinden ayrılamayacak birbirini tamamlayan kavramlardır. Bu durum daha önce de değinildiği gibi Martin Heidegger’in “Zaman ve Varlık Üzerine” isimli eserinde şöyle ifade edilmektedir: “Biz daha çok zamanı -şimdi, geçmiş ve geleceğin birliğini- şimdi aracılığı ile tasarımlarız. Hatta, Aristoteles, var olan yani mevcut olmayı sürdüren zamanın edimsel şimdi olduğunu söyler. Geçmiş ve gelecek bir me on ti’dir: Mutlak bir boşluk olmasa da olmayan, daha ziyade bir şeyden yoksun olan mevcut bir şey. Bu yoksunluk ‘artık şimdi değil’ ve ‘henüz şimdi değil’ ile adlandırılır. Bu açıdan bakıldığında zaman her biri zaten ‘önce’ içerisinde açıkça adlandırılarak görülmez olan ve her biri ‘yakıda’ ile takip edilen şimdilerin ardardalığı olarak görünür. Kant zamanın böyle tasarımlandığından söz eder: ‘Onun yalnızca tek boyutu vardır.’ (Salt Aklın Eleştirisi, A31, B47). Şimdilerin birbirini izlemelerindeki ardardalık olarak bilinen zaman, zamanı ölçme ve hesaplama derken kastettiğimdir. Öyle görünüyor ki, biz zamanı, elimize bir kronometre alarak ve “şimdi 8:30″ dediğimizde doğrudan doğruya ve açıkça ölçtük. Biz ‘şimdi’ diyoruz ve zamanı kastediyoruz. Fakat zaman, zamanı gösteren saatin herhangi bir yerinde bulunamaz. O ne saatin kadranında ne mekanizmindedir ne de modern teknolojik kronometrelerde bulunabilir. Şu iddia kendisini üzerimize zorluyor. Ne kadar çok teknolojik olursa -ne kadar fazla kesin ve bilgi verici olursa- kronometre, düşünmeyi, her şeyden önce zamanın kendine özgü karakterine verme fırsatına da o kadar az sahip olur.”

Şöyle veya böyle insan benliğinde bir “mevcudiyet”, “şimdi”lik “hazır zaman”, “mazi” ve “müstakbel” gibi kavramları yaşar. Bu mevcudiyet ve varlık halleri de belki en az mazi ve müstakbel kadar dayanaksız, izafi ve itibaridir. Zaten hangi sınıra kadar mazi ve müstakbel, hangi sınıra kadar hazır an olarak adlandırılacağı konusunda da bir sonuca varmak mümkün değildir. Yirmi Altıncı Sözün İkinci Mebhas’ında Bediüzzaman’ın şu cümleleri de bir yönüyle bu hali ifade ediyor olmalıdır: “Kader, ilim nevindendir. İlim, maluma tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa, malum ilme tabi değil, yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa, malum ilme tabi değil. Çünkü, malumun zatı ve vücud-u haricisi iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem, ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mazi, hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir aynamisaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine eşyanın tertip eli girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.”

Gerçeği ve varlığı anlamak konumunda olan bizler, bir parçası olduğumuz ve varlığını tam anlamı ile sabit, zati bir temele dayandırmadığımız dış alemi mevcut olarak algılıyoruz.

Bu mevcudiyet hangi temele dayanıyor olursa olsun benliğimizde “elle tutulup gözle görülen” bir âlemde bulunduğumuz hissini yaşıyoruz. Zaten varlık dediğimiz şey yaşadığımız bu hal olsa gerek. Yoksa, zati bir varlık olan, başka bir varlığa ihtiyaç duymayan Vacibü’l Vücud’un yanında, ona kıyasla, farazî ve itibari olan bir durum varlık olarak adlandırılamayacak bir zayıflıkta. Ama kudretin mülk boyutunda hissedilebilmesi, Kadîr, Rezzak, Rahman gibi isimlerin idrak edilebilmesi için bizim bu “varlık” olarak adlandırdığımız hali yaşamamız lâzım. Varlığın kendimizle alâkalı bize ait olduğunu düşündüğümüz kısmı “ben”i, genel anlamdaki ifadesi ise “tabiat”ı teşkil ediyor.

Geçmiş, gelecek, şimdi, teorik, pratik gibi pek çok kavram aslında yaşanan hallerdir. Özde, birbirlerinden pek faklı değildirler. İç içe ve mânâyı bütünleştirmek için birbirlerini tamamlayan unsurlardır bunlar. Zaman ve varlık da öyle. Bizim “var”, “elle tutulup, gözle görülüyor”, “mevcut” şeklinde adlandırdığımız kurallar ve düsturlar ile cereyan ediyor. Bu kurallar ve düsturlar ise ilimler ve fenler şeklinde ifade ediliyorlar. Tıp, Astronomi, Matematik, Fizik, Mühendislik gibi pek çok ilim dalının ortaya koyduğu düsturlar, aslında Kitab-ı Mübin’in mülk boyutunda, bizim varlık boyutumuzda açılımları “Tekvinî âyetler” olarak adlandırabileceğimiz bu boyutun varlıklarında “nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz” gözlenmesi, “vücudunda, mahiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemâl-i sanat ve intizam”ın her yerde fark edilebilmesi mümkün. Gökyüzüne, kendi bedeninize, ormanlara, denizlere kısacası çevrenize dikkatle bakmanız yeterli. Bütün bu “mevcut”, “var” olarak algılanan şeyler sonsuz bir kudreti ve o kudretin akıl almaz mükemmelliğini gösteriyor. “Var” oluyorlar ama özenle seçen bir iradenin varlığını gösteren kurallarla, ilimlerin bizim ölçülerimizle ifade ettiği kanunlarla…

Bu kanunlar ise genel anlamda işliyor olmakla birlikte tek tek fertlerin de gözetildiği, her bir ayrı unsurun önemle ele alınıp şekillendirildiği izlenimini veriyorlar. Şekillerde, simalarda, suretlerde genel özelliklerin yanında, fertlere mahsus özellikler de var. Bütün bunlar, zerrelerin sonsuz ihtimaller ortasında tereddüt halinde iken, “her an” en kısa süreli “şimdi”ler de “varlık” dediğimiz, “mevcut” olarak algıladığımız hallere girmeleri ile gerçekleşiyor.

Zerrelerdeki bu işleyiş ile bedenimiz ve algılarımızdaki işleyişleri biraraya getirip “var”, “mevcut” manasını yaşatan ise Kadir-i küll-i şey. Bu manaların yaşatılmasında câri olan düsturlar ise Kudretin ifadeleri, işleyiş kuralları… Anlık olarak ve her anda işliyorlar. Anların bu kurallar çerçevesinde yaratılması ise Kitab-ı mübin manasını ifade ediyor. Mülk boyutuna ait bütün ilimler ve fenler de Kitab-ı Mübin’in insanlık aleminde açılmış kısımları olarak algılanmalı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*