Ferdin hakkı feda edilemez

Özellikle günümüzde, devlet modellerinin kaynağını şu tartışmalar; güvenliği sağlamak amacıyla/gerekçesiyle kişisel haklardan taviz verip veremeyeceği ya da kamu düzenini sağlamak gerekçesiyle kişilerin hak ve hürriyetlerini ne ölçüde sınırlayabileceği hususundaki tartışmalar belirliyor. Bu yönden devletler, mümkün olan en iyi kamu düzeni ile mümkün olan en adil devlet arasında yani iki uç içinde salınıyorlar.

Devletin var olmasını isteyenlerin gerekçesi şudur: Devlet dışındaki toplumsal mekanizmalar haksızlık yapana dur diyecek güce sahip olamayabilirler. Bu sebeple bu ihtiyacın devlet denilen otorite tarafından karşılanması gerekir. Yani adalet, ancak devletin kudreti ile sağlanabilir. Buna karşılık devletin yok olmasını isteyenlerin gerekçesi de devlet denilen aygıtın, bu kudreti bir biçimde eline geçirenlerin elinde bir baskı ve zulüm aracı olduğu düşüncesidir. Özellikle açık toplumlarda -ki dünya bir köy hükmündedir- ikincisinin abartılı ve anlamsız olduğu açıktır.

Ancak birinci görüşün de önemli bir problemi vardır. Şöyle ki, devlet, kamu düzenini sağlayabilmek için müeyyide denilen güce ve kamu hizmetini yapabilmek için de otorite denilen güce ihtiyaç duyar. Oysa kontrolsüz güç, güç değildir. Güç her zaman kötüye kullanılabilir ve sınırlanmalıdır.

Hakkı/hukuku belirleyecek olanlar, karıncanın hukukunu da, insanın hukukunu da, kâinatın hukukunu da muhafaza etmelidirler. Peki, insanların yol ihtiyacı için karıncanın yuvasını mı dağıtmak, yoksa karınca yuvasından geçmeyen bir yol güzergâhı mı tesbit etmek gerekir? Bu soruda fazla zorlanmayız. Din ve vicdan genellikle, ihtiyaç için başka canlıları öldürmeyi haklı-meşrû saymaz.

Ancak, ihtiyaç ve hele hele “çoğunluğun ihtiyacı”, “gelecek nesillerin ihtiyacı” ve benzeri görünüşte “büyük” ihtiyaçlar ya da “haklar” için masum insanları öldürmeye sıra geldiğinde, vicdan tereddüt eder. Bazen, Fatih gibi, fetva bulur ve beşikteki kardeşi boğazlatır. Bazen, Hazreti Ali gibi, fetva bulamaz ve dünyevî saltanatı feda edip manevî âlemin sultanı olur.

İşte Bediüzzaman “hak haktır küçüğüne büyüğüne bakılmaz, küçük büyük için iptal edilmez, bir cemaatin selâmeti için bir ferdin -rızası bulunmadan- hayatı ve hakkı feda edilmez” diyerek bu tartışmada adalet-i mahzadan yana olmuştur. Dolayısıyla kamu yararı, kamu düzeni gibi mülâhazalarla kişilerin haklarının elinden alınmaması gerektiğini savunmuştur. Diğer deyişle en az yetki ve güçle yetinen devleti ve dolayısıyla en geniş biçimiyle tanınmış insan hakları alanını tercih etmiştir.

İnsan hakları denince akla gelen bütün haklar bu kapsamdadır. Ancak bazıları tartışmalı olabilir. Meselâ bir grubun ya da azınlığın, kendi ahlâkî tercihlerini diledikleri gibi yaşama hakkı, çoğunluğun ahlâk telâkkilerine uygun bir toplumsal yapının korunabilmesi amacıyla sınırlanabilir. Zira burada azınlığın “ahlâkî” bir hakkı var sayılmayacak, aksine, aynen kimsenin suç işleme hakkının olmamasındaki gibi kimsenin “ahlâksızlık” yapma hakkının olmadığı kabul edilecektir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*