Gaflet uykusu, nifak kokusu

Bir Müslümanın düşebileceği tuzakların en tehlikelilerinden birisi de gaflet tuzağıdır. Bu tuzak, nefis ve şeytanın ortaklaşa ördükleri, üzerini de masumiyet perdesi ile örttükleri çok dessas bir tuzaktır. Böyle dessas tuzaklara karşı, Müslümanların çok hassas olması gerekmektedir. Özellikle Nur Talebelerinin gaflet içine düşüp ibadette ve hizmette fütur göstermesi, kabul edilebilir bir davranış değildir.

Gaflet tuzağı, en fazla namaz yolu üzerinde kuruluyor. Çünkü, “Namaz dinin direğidir.” Bunu çok iyi bilen nefis ve şeytan ikilisi, önce dinin direğini çürütmek ve yıkmak istiyorlar. Ondan sonra işlerinin daha kolay olacağını çok iyi biliyorlar. Onun için önce mü’minleri namazdan uzak tutmaya çalışıyorlar. Dünya telâşını, yorgunluk bahanesini, “Daha sonra kılarım” şeklindeki atalet duygusunu insanın önüne çıkartarak namazdan alıkoyuyorlar. Ama dünya durmuyor, zaman geçiyor, namaz vakitleri de geçip gidiyor. Şeytanın ne işi var? O zaman da “Neyse canım nasıl olsa kazası mümkün, bir gün kaza edersin” diye güya insana teselli veriyor. Ama çok defa kazalar da kazaya uğruyor, böylece namaz arada kaynayıp gidiyor.

Her günah içinde küfre giden bir yol olduğu gibi, her gaflet içinde de nifaka giden bir yol açılabilir. Her gaflet uykusunun arkasında bir nifak kokusu gelebilir. Müslümanlar için en tehlikeli yol da işte bu nifak yoludur. “Münafık kâfirden daha fenadır” ifadesi, Müslümanların kalplerini titretmelidir. Zira bazı tavır ve hareketlerimizin münafıklık alâmeti taşıması gibi bir tehlike her zaman mevcuttur. “Nasıl olsa ben Nur Talebesiyim, bende böyle bir alâmet bulunmaz” şeklindeki rahatlık insanı ihmale, ihmal gaflete, gaflet de nifaka doğru sürükler de farkında bile olmayabiliriz. Onun için her zaman kendimizi kontrol altında tutmaya ve nifak tuzaklarına karşı uyanık olmaya dikkat etmeliyiz diye düşünüyorum.

Nifaka düşmekten ve münafıklık alâmeti taşımaktan Sahabe Efendilerimiz bile çok korkmuşlardır. Bir keresinde Hz. Ebûbekir (r.a.) Ebu Hureyre’nin (r.a.) ağladığını görür. Yanına yaklaşarak “Niçin ağlıyorsun?” diye sorar. Ebu Hureyre Hazretleri de, “Ben kendimde münafıklık alâmetleri buluyorum, zira Peygamber Efendimizin (asm) yanında bulunduğum zaman kalbim çok yumuşuyor, daha sonra o halde olamıyorum” der. Bunun üzerine Hz. Ebubekir de (ra) ağlamaya başlar. “Ben de öyle oluyorum” der. Beraberce Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna varıp durumlarını arz ederler. Allah Resulü de (asm) kendilerine şöyle söyler:

“Siz münafık değilsiniz, çünkü insanın kalbi böyle olur. Bazen yumuşar, bazen de katılaşır. Böyle durumlar olur. Ancak biliniz ki, benim yanımdaki haliniz, daimî olursa yani sizin için kalıcı olursa, melekler gelip sizinle tokalaşırlar..”

Bediüzzaman Hazretleri de Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminde kendine bir yol arar. Gavs-ı Azam’ın “Fütuhu’l-Gayb” adlı eserine başvurur. Tefe’ül ederek açtığı sayfada karşısına dehşetli bir hitap çıkar ve manevî hastalıklarına “pek müthiş bir ameliyat-ı cerrahiye” yapar. Gavs-ı Azam orada “Eyyühe’l-münafık”, “Ey dinini dünyaya satan riyakâr!” diye hitap etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri işte bu ifadelere kendisini muhatap eder ve “Bu mübarek eseri acı tiryak gibi, sulfato gibi içtim. Elhamdülillah kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı” der. (8. Lem’a)

Acaba bizler içimizde nasıl manevî hastalıklar taşıyoruz, nasıl bir ameliyat-ı cerrahiyeye muhtacız, hiç düşündük mü? “Hizmet ediyoruz” diye katıldığımız sohbetlerde, yaptığımız derslerde, nefsimiz ne kadar ders alıyor? Akşam sohbette Dördüncü Söz’ü okurken içimiz namaz aşkı ile yanıyor, sabah ezanı okunduğunda namaza kalkmaya üşeniyorsak, bu da bir münafıklık alâmeti değil midir(!)? O zaman “Eyyühe’l-münafık!” hitabına asıl muhatap olan bizler olmayacak mıyız? Nefsimiz, tembellik kulağıyla şeytandan aldığı dersi bize talim ettirip gaflete daldığında, bu gaflet uykusundan nifak kokusu gelmez mi?

Sabah işimize gitmek üzere evden çıkarken aynanın karşısına geçer, kılık kıyafetimizi kontrol eder, daima temiz, bakımlı ve şık görünmeye gayret ederken, vicdan aynasında kalbimizi kontrol etmiyorsak, ruhumuzun kirlerini temizleyen namazı kılmadan evden çıkıyorsak, bu da bir münafıklık alâmeti değil midir? “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” düsturu dururken, her işimizde sadece insanların rızasını ve takdirini kazanmak için gayret ediyorsak, bu bir gaflet değil midir? Böyle bir gaflet duygusundan nifak kokusu gelmez mi?

Baş ağrısının bazı hastalıkların habercisi olduğu gibi, namaza karşı duyulan isteksizlik de nifak hastalığının bir habercisi olabilir. Zamanında tedbir alınıp tedavi yoluna gidilmezse, bu isteksizlik ihmale dönüşür, ihmal ise alışkanlık hâline gelir ve namazı terk etmeye kadar gider. Namazı terk eden bir Müslüman, bir de Nur Talebesi olarak biliniyor ve o kişi de kendisini öyle gösteriyorsa, Allah korusun münafıklığın alâmeti değil, aleniyeti ortaya çıkmış olmaz mı?

Bütün Nur Talebelerini ve ehl-i imanı gafletten ve nifaktan tenzih ederken, böyle dessas bir tuzağa karşı çok hassas olmamız gerektiğini bir defa daha vurgulamak istiyorum.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*