Gazetemizi okuyor muyuz?

Image
Dünya medenîleşiyor ve biz medenileştik derken kapımıza dayanan büyük felaketlerden bazen kalabiliyoruz. Elektronik medyanın hayatımızı işgale kalkıştığı şu günleri, 1970´li yılları yaşayanlarla konuşarak mukayese edenler, hakikaten dehşetli tablolarla karşılaşacaklardır.

1970´li yıllardaki insanın; okumaya, tefekküre, sohbete ve duaya ayırdığı zamanları, günümüz insanın aynı unsurlara sarfettiği zamanlarla karşılaştıranların karşılaşacakları tablonun hakikaten yürek burukturan bir levha olacağını tahmin ediyoruz. Günlük dünyevî mesailerden evlerine sığınan insanların ertesi sabahlara kadar geçirdikleri zamanlardaki okumalar, mütaalalar, tefekkürler ve muhabbetlere ayırdıkları saatlerin mahiyetini azıcık bilenlerin, bazen zulmetten gelen korkuyu dağıtmak üzere şarkı söylediklerine şahit oluyoruz. Zira hakikat hem korkutuyor ve hem de acıtıyor.

Medya devriminden önceki zamanlarla mukayesede ortaya çıkan dehşeti küçümseyenler de var. Dünyanın dört bir yanındaki hadiselerden haberdar olmayı, sihirbaz politikacıların küresel konuşmalarını sayıklamayı, bizi ve ailemizi birinci derecede ilgilendirmeyen cazip olayları taakib etmeyi maharet addedenler, kesretteki şu boğulmamızı fazilet de kabul edebilirler. Fakat netice değişmiyor. Bahar aynı bahar… Ölüm aynı ölüm…Güneş hâlâ doğudan batıya seyrediyor.
Ve etrafımızda bizi sevdikleri halde “Allaha ısmarladık” diyemeyip istikbale uçanlar var. Kanaatimizce buradaki en büyük musibet; musibetin mahiyetinden haberdar olamayışımız olmalı. Okumanın bize; ekmek, su ve hava kadar lüzumlu olduğunu söyleyen papağanlaşmış dilimize rağmen okuyamayışımızın farkına varamamamız musibet değil mi? Bizi “huzur”da huzursuz eden şeyler nelerdir, acaba… Tefekkür ve münacatlardan bizi alıkoyan şey… Maniaları saymakla bitiremeyiz. Bir de sözü “bektaşi nefis” kaparsa elimizden… Teşhis yine kaybolur, ufkumuzdan…

Evet okumuyoruz veya okuyamıyoruz. Mecbur olduğumuz cemiyetin tesirini ancak bir – iki saatte üzerimizden atmadan başka gulyabanîler yakalıyor bizi yuvamızda. Kesrete tutsak ruh hallleriyle ellerimize aldığımız kitaplarla ruhlarımız barışmaya fırsat vermiyor. 1970´li yıllardaki gençliğe öğretmenleri sinema ve kahvehane yasağı koymuşlardı… Kominikasyon devrini kullanan dinsizliğin “koruma” amaçlı tüm setleri aştığını evlerimizde yaşıyoruz. Çok cazip ve macera dolu bir filmi izlemiş öğrenci, ders psikolojisinden kopacağından dolayı öğretmenlerimiz endişeleniyorlardı. Her gece onlarca sinema ve filmin seyredildiği evlerde Risale-i Nur gibi eserlerin okunup anlaşılması ne kadar mümkün olabilir ki… Hele her akşam; heyecanlı ruhları azab içinde bırakan “Haberler” proğramını seyredenlerin dünyaları alabora olmaz mı? Binlerce pis üfürükçü, hipnotizmacı ve sihribazın derslerinden kalkıp Kur´ân´a ve Kur´ân´ın asrımızdaki dersi olan Risale-i Nur´a muhatab olmanın ağırlığını, yaşayanlar hissetmiş olmalılar. 1970´li yıllarda kafamıza isabet eden yanlış fikirler, kulaklarımızdan kalb ve ruhlarımıza hücum eden zararlı düşünceler, elbetteki günümüzle boy ölçüşemezdi. Buna rağmen nur talebeleri dört elle kitaplara sarılıyor, çoğu akşamlar medreseye koşuyor ve ictimaî şirazemizdeki tahribatı gidermek için “Yeni Asya”yı taakibediyordu. Korku ve tebessümle havf ile reca  ortasında koşuşturuyorlardı.

Bizi hakikatten uzaklaştıran “Sanal hayatların” kimlerce organize edildiğini de az – çok biliyoruz. Okumamızın, Risale-i Nur´lardan ders almamızın ve gazetimizi taakib etmemizin kimlerin tezgâhını bozacağını da az – çok tahmin edebiliyoruz. Bütün bunlara rağmen bizi okumaktan, tefekkürden, muhabbett ve münacattan alıkoyan hususlar üzerinde fevkalade bir ciddiyet ile durmak zorundayız. Yalnız başımıza olmuyor… Mağlup düşüyoruz. Sevdiklerimizle, cemaatle, Gazete ve neşriyatımızı kucaklamış şahs-ı manevî ile… Okunmayan gazetenin bir eve girmesi yalnızca davaya küçük bir yardımdır. Belki de önemli bir dua… Ekranların manyetik alanında kendisini “Nur Talebesi” olarak görenlerin çoğu, Risale-i Nur´un ölçüleriyle düşünüp – konuşamazlar. Belki de tenkid ettiğini zannettiği kişinin üslubu ile konuşur ve olayları onun adesesinden inceler. Zira, ekranlardan haber, yorum, tartışma veya belgesel formatlarıyla verilen fikirlerin yüzde doksan beşi “Risale-i Nur” çerçevesi dışındadır. TV kanallarının ekseriyetle küresel tahripçi cereyanların güdümünde olduğunu kabullenemeyenler, aksisini isbat edemezler. Fakat lanse edilen düşüncelerin; dünya barışını bozucu, ahlâkî prensipleri tahrip edici, insaniyeti ve islâmiyeti dışlayıcı olduğunu da itiraf ediyorlar.  Ekranların serapa bizi hakikatlerden kopardığı şu zamanda, kitaba, okumaya, tefekküre ve bunları paylaşmaya ne kadar yakın olduğumuzu gözden geçirmemiz gerekiyor.

Üfrükleriyle fitneyi uyandırıp dünyayı ateşe verenlerin ekranlarını bizim adımıza gazetemiz zaten taakib ediyor. Efkârı-ı amme ile Risale-i Nur´lar arasındaki irtibatları kuruyor ve bunları ruhlarımızı incitmeyecek şekilde bize takdim ediyorlar. Gazetemizi küçümseyenlerin ne kadar mahcup olduklarını zaman mütemadiyen gösteriyor. Küçümsedikleri gazete de değil, onların… Belki de bir cemaatın şahs-ı manevisini küçümsediler… Gazetemizde yazanların yanlışlarını tashihe, eksiklerini hatırlatmaya ve Nurun prensipleriyle uyuşmayan davranışları ikaza okuyucu olarak hakkımız vardı, yaptık ve bu minval üzre devam ediyoruz. Medyanın bu denli kirlendiği, ekranların bu kadar zarar verdiği ve efkâr-ı ammenin yalan – yanlış bilgilerle bu derece iğfal edildiği bir zamanda, gazetemizi geçmiş gün ve senelerden daha fazla okumalıyız, diye düşünüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Televizyon ve internetin, adeta sihirli bir göz gibi 7’den 70’e tüm insanlari esir haline getirdigini düsünen biriyim. buna ragmen yazdiklarinizla benim duygularimin da tercümanligini yapmissiniz. bu da demek oluyor ki, nur hizmetlerinin en büyük düsmani, bizleri okumaktan, tefekkürden, muhabbetten, yani gerceklerden uzaklastiran sanal alemin unsurlaridir. bu tür yazilari yazmaktan hic vazgecmeyin. binler selam ve dualarimizla…

sueleymani için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*