Geleneğin ölümü

Yazımızın başlığı “Köylülükten kurtulmaya dair” olacaktı. Dünkü köylülerin, dinozorlarca sömürülmesi neticesinde (bu garib insanların) şehirlerin varoşlarına depolanmaları yazımızın başlığını değiştirtti. Mesele köylülük veya bedevîlikten kurtulma değil, sanayii veya teknolojiyi silâh olarak kullanan “Batı toplumuna” karşı, komplekse giren sair insanların gelenekleriyle mücadelesi dikkatimizi çekiyor.

Bedevîlere medeniyet öğretme iddiasındakiler de dünün köylüleri değil mi? Belki hepimiz… Avrupa’da sanayi inkılâbından önce “şehirliler” pek ilgi görmezlermiş. Meşhur Karlsruhelileri Baden Badenli toprak sahipleri hakir görürlermiş. Zira Güney Almanya’nın münbit arazileri hâlâ Baden Badenlilere ait… Sanayileşme ve buna bağlı olarak hareketlenen ticaretle durum değişmiş. Karlsruheliler Badenlileri istememişler… Burada rol oynayan unsur maddî imkân… Batı Avrupa toplulukları onuncu yüzyıldan ta on altıncı yüzyıla kadar Endülüs zevkine hayran oturur kalkarlar… Bu özenti, kendi geleneğinden kaçışı o dönemin tablolarından da takip edebiliyoruz. Bir rivayete göre şövalyelerin Paris’e teslim ettiği “Cem Sultan,” Fransızlara moda kaynağı oluşturur. Kadını erkeğiyle Cemce giyinip kuşanmaya başlarlar. Endülüs ve Osmanlının ihtişamlı günleri, Avrupalıların İslâm âlemine zahirde özenti duyduğu günlerdir. Şehirlilerin en efendisi ve Medine-i Fazıla’nın kurucusu, bu sosyolojik tereddici ve kaymayan karşı mensuplarını ikaz eder. “Kim kendisini bir kavme benzetirse, ondan olur.” Bu, istikbalde sıkıntı ve hatta esarete düşecek ümmete çizilen bir sınırdır. Güzeller Güzelini dinlemediğimizde, sınırlar da kaybolmuş. Hatta Batılı mürebbiyelerin ellerine hayatlarının en tatlı ve kıymetli meyvelerini teslim felâketine düşmüşler. Galip devlet zamanla, galip kültüre dönüşmüş… Bu husus çokça yazılıp çizildiğinden tekrar sadede dönüyoruz.

1980 yılları yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için haberleşmede inkılâp yıllarıdır. Bu teknolojinin dünkü silâhlar gibi, yine zalim ve sefih Avrupa’nın elinde, mazlûm milletlere zarar vermede kullanıldığını görüyoruz. Cephelerden gazete ve kitap sayfalarına taşınan şiddetle taarruzların, seksen sonrasında “toplu kitleler”den ziyade ferde yöneldiğini müşahede ediyoruz. Savaşın en dehşetli yönü, karşı cephe mensubunu yerinde bırakarak elde etmesi. Güzel şeylere düşman, güzel hasletleri ve mukaddesâtı tahrip eden “dinsiz düşmanın” milletlere kendi elleriyle dinlerini, geleneklerini, tüm kültür ve estetik unsurlarını yıktırmaları, günümüzün en dehşetli manzarasını teşkil ediyor.

Kompleks kötü bir hastalıktı… İşin içine cehalet de girince trajik manzaralar oluştu. Galip kültürün medyasınca lanse edilen herşey “değer”den de üstün yer yer kabullenildi. Bu korkunç, aptal ve kalleş gidişata dur demeye bizdeki komita istibdadı müsaade etmeyince; taşları bağlayanlar köpekleri fakir ve cahil milletin üzerine saldılar.

Üst sınıfa atlamanın aktüelcesi de kompleks veya zillet temeline oturuyor. Burada, emperyal veya galip kültürün dayattığı sınıf sözkonusu “yükselen değer” olarak gösterilen hayatî unsurlara ulaşmak için, öz kültür ve geleneğine savaş açanların hedefi sınıf atlamak. Fıtrî seyri içinde, cehaletten kurtularak hazm ede ede bir değişim yerine, tüm değerlerle birlikte gelenek ve göreneğin de yerle bir edildiği bir toplumun oluşturulmasında maalesef dindarlarımızın da bilmeden katkıda bulunduklarını düşünüyorum… Fıtrî değişim nefse zor gelince, kolaylığa kaçıldı… Bu yolda da “galip sefih kültüre” yakalanıldı… Güzeller güzelinin geleneğiyle “en güzelini” yaşayarak galip kültürün tesirini kırma yerine, maalesef “sefih kültürle” uzlaşmaya gittiler. Giyimde, günlük hayatta, konuşmada, sünnet zemini yerine “felsefî zemin” esas alınarak, “zillet sürecine” bilmeden yardım ettiler. Temelinde fakir Müslümanların sadaka ve himmeti bulunan dindar TV’lerin hüzün verici hali Resûlullah’tan ne kadar koptuğumuzu herhalde gösterir. Sosyal zelzelelere dayanamayıp yıkılan geleneğin yerine daha güzel olan “sünnet-i seniyye”yi ikâme edebilseydik, estetik ve insaniyette tekrar Avrupa’nın önüne geçmiş olacaktık… Zındıka ehlince hazırlanan tahrip kalıplarının geleneğimizin altına yerleştirilmesine de ses çıkarmıyorlar Müslümanlar… Vah esefa!…

Müslümanların “medîneleşme” derdi olmamalıydı. Ortada hayatı her yönüyle yaşamış ve yazılı metinler halinde tesbit ettirmiş “Güneşler Güneşi” varken, başka milletleri inanç, gelenek, örf ve sosyokültürel olarak taklid aslını inkâr mânâsına gelirdi. Ana hedefleri “Efendiler Efendisine” benzemek olan topluluklar da, sosyal tekâmül fıtrî mecrasında çağlardı. Osmanlı Enderun Mektebinin müfredâtını siz de merak ediyorsunuzdur. Meslekî kurumların Pîri Ahi Evran’ın esnaf eğitimi… Her medrese ve tekye; kâmil, gıpta edilen ve peşine düşülen insan yetiştirmiş.

1980 İhtilâlinin kültürel tahribi, ekonomi ve hukuk boyutlarından daha derindir. Bir Batılının elli senede katettiği mesafeyi, ahlâkî tahribe yönelenler beş senede almaya çalıştılar. Meşhur “köşe dönme” hikâyelerinin mutlaka yeni nesillerce okunması lâzım. Sıfırdan beş sene zarfında Türkiye’nin en büyük zengini nasıl olunurdu? Bu tahrip projeleri de New York enstitülerinde hazırlanmıştı. Belki de “Türkiye İslâmı”nın hazırlandığı meşhur Washington uluslararası enstitülerinde Özal döneminin “köşe dönme” projeleri dibe vurunca, yeni projeleri 28 Şubat zemininde aynı mihraklar bize sundular. Bu defa ameliyat ferden ferde ve daha derinden derine yapılacaktı. Gelişen hürriyetlere karşı “ferdin tahribi” esas alınacaktı. Belki de köklü çözüm gözüyle bakıyorlar. Toplumun tepki mekanizmalarının tahrip edilerek tüm engeller aşılacaktı. Medya, bezirgân siyaset ve bu işi servet iktidara dönüştürecek harici kuvvetler el ele…

Dinin hayatın dışına itilmesi yetmemişti. Dinden kuvvet alan geleneğin de öldürülmesi gerekiyordu. Bu güçlü Türkiye’de, her sahada öncelikle ele alınan meselenin bu olduğu kanaatindeyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*