Gerçek Barışa Harfî Bakışla Ulaşılabilir

Hazret-i Adem’den bu yana insanlığın nübüvvet ve felsefe silsilelerini takip eden iki kolu, dallanarak gelişegelmiş. İnsanlığın genelinde nübüvveti temsil eden bir grup olmakla birlikte; her bir insanın da nübüvveti ve felsefeyi yansıtan yanları olmalıdır. Aslında nübüvvet ve felsefe ayrımı sosyal hayattan ziyade ruhlarda ve özlerdedir. Yani fert fert her insanın hem nübüvvete, hem de felsefeye ait halleri, tavırları ve davranışları vardır. Sosyal hayatta bunun en berrak bir şekilde gözlemlendiği, özün dış aleme en net ayrımlar ile yansıdığı zaman dilimi, Asr-ı saadet olmalıdır.
Nübüvvet, harfî bakışın ve manaların uzantısını, yani varlığı Yaratıcısıyla bağlantılı gerçekliği ile algılayıp, anlamlandırmayı temsil eder. Varlık içinde parsellerin, sınırların, sahipliklerin, mülklerin farazî ve itibarî olduğunun; aslî manaları ifade zemini olmaktan başka bir anlam taşımadığının farkındadır. Varlığın özelliklenin ve değerlerinin kendinden kaynaklanmadığını, bütün mevcudatın bir teklik noktasında birleştiğini ve tekliğin çeşitli ve farklı lisanlarda ifadesinden ibaret olduğunu bilir. Bu anlamda “kendi” ve mülk alemindeki “diğer”le, diğer insanlar ve diğer varlıkların ortak yönünü keşfetmiş, kâinat ve benliği arasındaki buluşma “biz” manasını oluşturmuştur. “Ben ve diğerleri” yerini bütün varlıklar için “biz”e bırakmıştır. Dolayısı ile aynı kaynağın eseri olduğu bilinciyle, bütün varlıklarla dost ve kâinatın bütünüyle kardeş olma duygusunu ve düşüncesini taşır.

Felsefe bakışı varlığı “kendi” boyutundan algılar. Yani her bir varlığın kendi alanı vardır, kendi sınırları vardır, kendi özellikleri vardır. Bu kendi alanı varlığa aittir ve orada bizzat tasarruf sahibidir. Mesela, her bir katı cismin; taşın, dağın, binanın, masanın şekli, ağırlığı, yoğunluğu, rengi gibi kendiliğini ifade eden pek çok özellikleri vardır. Bu özellikler kendinden kaynaklanır ve kendine aittir. Her bir varlığın mülk içinde parsellediği kendilik alanında fert de kendi benliğine bir alan parseller, yani sahiplenir. Her şeyin sınırladığı alanlar içinde benlik de kendine bir alan ayırarak mevcutlar alanına sığışır ve hayat bu alanın genişletilmesine dair bir mücadeleye dönüşür. Coğrafi sınırlarda, arazilerin parsellenmesinde bu ruh halinin beşeri boyutu yaşanıyor olmalıdır.

Aslında nübüvvetin tevhidî bakışı ya da harfî manaları bu sınarların inkârını doğuran bir sonucu hedeflemez. Yani mülk alemi içinde sınırları ve tanımları inkâr etmez. Ancak varlığı mülk ve melekût, esbab ve itikad ikilemi içinde algılayarak sınırların, alanların ve sahipliklerin yalnızca mülk ve esbab dairesinin ilişkilerini belirlemek üzere ve bu alemin şartlarına uygun ifadeler şeklinde kesret kazandıklarını kabul eder. Yine de bazen bu durumun varlığın aslî gerçekliğini ifade etmediğini ve mülkteki, kesretteki varlıkların özelliklerinin zatından kaynaklanmadığını bilir. Bu özellikler geçici, arızî ve içinde bulunulan şartlar gereğidir. Asıla dönüldüğünde bir tevhid süreci yaşanacak ve vahdet ortaya çıkacaktır. Nübüvvetin bu harfî bakışı mülk aleminin kurallarını kabul etmeyi, bu boyutta sınırlı sahipliklerin, sınırların çerçevesindeki tavırların fıtrî şeriata riayet etmek, yani Yaratıcının koyduğu mülke ait kurallara boyun eğmek olarak algılar. Kurallara, sahipliklere, sınırlara riayeti yine Yaratıcı hesabınadır ve daha hassastır. Ancak korkuları, itaati mülkteki farazî sahipliklerden kaynaklanan özelliklere ve kuvvetlere yönelik değildir.

Felsefenin ismî bakışında ise her bir varlık, sınırladığı alanda kendi özelliklerini yansıtır ve o alanda tasarruf sahibidir. Bu bakış meselâ, duvarın geçişe izin vermemesini o alanın duvara ait olmasıyla algılar. Aynı bakış açısı ile her bir varlık kendi alanını sınırlamıştır ve sınırladığı alanda tasarruf sahibidir. Varlığın genelinde hal lisanı ile ifade edilen bu durum, şuur sahibi varlıklarda mücadele psikolojisini netice verir; manevi şahsiyetler, tüzel kişiler ve devletlerde diplomasiye ve savaşlara dönüşür. Aslında yaşanan şey şehevî ve gadabî kuvvelerin, en basitten en karmaşık düzeye kadar varlık tarifi alan unsurlarda yansımasıdır.

Nübüvvetin bakışı özünde yardımlaşmayı ve dayanışmayı doğurur. Şehevî ve gadabî kuvveler hukukun ve emanetin muhafazası işlevini üstlenir. Her bir varlık, kesret korusunun farklı bir ahengidir ve bütünde bir anlamı vardır. Bütün varlığı “biz” olarak algılayan ferdin aleminde o varlığın özellikleri de kendinden bir parça olarak algılanır. Felsefenin bakışında ise mücadele esastır. Her bir varlığın sınırladığı alanlar içinde kendine yer açmaya çalışan benlik tabiatla, kanunlarla, diğer insanlarla mücadele etmek durumundadır. Varlığını sürekli tehdit altında hisseder ve diğer bütün varlıklar da aynı bakışın uzantısı ile benliğine yönelik birer tehdit unsurlarıdır. Çünkü onlar da kendi varlık ve benlik alanlarını genişletmek için “ben”i yok etme istidadı ve potansiyeli taşırlar. Mücadeleyi bıraktığı anda, soğuk, açlık, deprem, hastalık gibi pek çok tehdit unsuru “ben”i yok edecektir. O yüzden, sürekli ayakta, sağlam ve bu tehdit unsurları ile mücadele halinde olmalıdır. Aslında hayat sürekli bir savaş psikolojisi içinde yürümektedir. Yolunu açmak için dağların katılığı ile mücadele halinde olduğu psikolojisi ile yaşayan insan, sürekli varlıkla mücadelenin gerilimini yaşar.

Nübüvvetin tevhidi bakışında bütün varlıklar kardeştirler ve Rabb-i Rahim’in kendilerine tanıdığı sınırlar ve takdir ettiği özellikler içinde dostça yaşalar ve Rububiyet-i Mutlak’ın fıtrî kanunlarına olgunlukla ve rıza ile boyun eğerler. Varlıkta barış ve yardımlaşma esastır; savaş ve mücadele ise ikincil konumdadır. Savaş ve mücadele ancak hukuklarını muhafaza ve emanetlerine tecavüz anında gündeme gelir. Bu durumun da Zat-ı Zülcelal’in kendilerini, emaneti muhafaza noktasında bir imtihanı olduğunu düşünüp, O’nun rızası doğrultusunda sonuna kadar mücadele verir, canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Hayat da ölüm de O’ndandır ve O’nun yolunda olmalıdır. Her ikisini de anlamlı kılan, bu haldir.

Sonuçta denilebilir ki, gerçek anlamda barışın zemini ancak harfî bakış olabilir. Varlığı Halık’ı ile bağlantılı olarak algılayan ruh hali, başta kendisi ve sonra bütün kâinat ile barışık olacaktır. Varlıklar ve diğer insanları aynı Zat-ı Zülcelal’in mahlukları olmak yönüyle kardeşlik ruhuyla sever. Bu ruh hali çevresiyle ve sosyal ortamla barışıklığın en sağlam zeminidir. Bunun aksi bir algı mücadeleci ve menfaat çatışmalarının oluşturduğu bir bakışı, devletler ve milletlerin savaşına kadar uzanan bir yolu potansiyel olarak barındırmaktadır. Harfî bakışın temelinde varlığı gerçek yönleri ile algılayıp, Halık-ı Kâinat dışında hiçbir şeye karşı acziyet hissetmemek ve O’ndan başkasından medet beklememek yer alır. Bu da kuvveti baskın kılmak isteyenlerin en çok kullandığı korku psikolojisini ortadan kaldıracak ve dolayısı ile barışa hizmet edecektir. Umumi bir barışın temel şartlarından biri, zalimin iştahını açacak bir zemin bulunmamasıdır.

Hakiki imanı elde etmekle kâinata meydan okuyan, hakkı herşeyin üstünde tutan, varlığı Yaratan’dan bir mektup olarak gören ve her şeyi, özellikle de insanları kardeş olarak algılayan fertlerin oluşturduğu bir dünyada haksızlıklar, kötülükler, menfaat çatışmaları ve savaşlar barınamayacaktır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*