Gerçeklere sırt çevirmenin psikolojik sebepleri nelerdir?

Hakikati keşfedemememizin, açığa çıkaramamamızın; gerçekleri inkâr ve kabul etmememizin veya sırtımızı dönmemizin birçok psikolojik sebebi olabilir.

Bediüzzaman, en önemlilerini Muhakemat isimli eserinde şu veciz cümlelere tesbit eder:

“Hakikatin keşfine mani olan arzu-yu hilâf ve iltizam-ı muhalif ve taraftar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ etmekle kendini mâzur göstermek; ve müşterinin nazarı gibi yalnız meâyibi görmek; ve çocuk tabiatı gibi bahaneyle mahane tutmaktır. Zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharrî etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 163.)

Önce hakikatin lügat tanımına bakalım: Hakikat; gerçek, hayali olmayan, görülen. Mevcut olan. Bir şeyin aslı, esası. Söylenen ile söylenilen şeyin uygun olması hali, doğru, sahih. Ayrıca, kadirbilirlik, sadâkat gibi daha başka manaları da var. Meselâ, iman esasları, İslâm şartları gerçektir. Ateşin yakması, burûdetin (şiddetli soğuğun) dondurması gerçektir. Varlık gerçektir. Gece sabit olan karaltının kurt, çakal, ayı; sarkan ipin yılan olmadığı gerçektir ve asılsız vehimden ibarettir. İlaahir, yani, vs.

Şimdi hakikatin keşfi, açığa çıkması ve anlaşılmasına mani olan unsurlara geçebiliriz:

1- Arzu-yu hilâf: Hakikate muhalefeti arzu ile gerçekleşmesinin mümkün olmadığı halde arzulamaktır.

2- İltizam-ı muhalif: Hakikata muhalif olan görüşe taraf olmak, onu esas almak. Meselâ, ferdi, şahsî takılan, topluluğun gücüne inanmayan “Zaman cemaat zamanıdır” görüşüne karşıdır. Halbuki, bu bir hakikattir: Şirketleşme, holdingleşme, buluşların ilmî ekipler tarafından yapılması, hatta kollektif spor, “Zaman cemaat zamanıdır” hakikatini ispat etti.

3- Taraftar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ etmekle kendini mâzur göstermek: Gerçeğe değil, nefse taraftar olmak insanın fıtratında vardır. Hakperest değilse ve nefis müdahale ederse, asılsız olan vehmini hakikat imiş gibi kabul edip, kendini mazur gösterir.

Meselâ, çağdaş tefsir olan Risale-i Nur’u okuyarak, İslâmın bütün meseleleri hakkında bilgi, feraset ve ölçü sahibi olmak bir hakikattir. Tahkiki imanı kazanmak bir hakikattir. Ancak, okumak ve onun tesbitlerini yerine getirmek nefse ağır geldiğinden, “İnsan hata yapar, Bediüzzaman da bir insandır. Öyle ise, Risale-i Nur’da hata olabilir!” diyerek vehmi bir muğalata ile hakikati gizler.

Oysa, “hata yapması muhtemel ve mümkündür!” başka bir şey, “Hata yaptı!” başka bir şeydir. Meselâ, bu çarpık mantığı yürüten adam, “Cinayet işlemesi, kumar oynaması, zina yapması…” mümkündür. Ama, işlememiş, oynamamış, yapmamış!

Bediüzzaman’ın da, hata yapması mümkün. Ancak, İslâmiyeti bize anlatmada, Kur’ân hakikatlerini ispatta hata yapmamıştır.

4- Müşterinin nazarı gibi yalnız meâyibi görmek: Bir mağazaya veya pazara çıkan bir müşteri, devamlı satın alacağı şeylerin ayıplarını, kusurlarını, eksiklerini araştırır. Defolu olduğuna bakarak o malı almaz.

Bir mesele de, eksik, yanlış, kusurlu anlatılabilir, aktarılabilir. Dolayısıyla onlara bakıp hakikate karşı çıkmamak insafsızlıktır. Hakikatin aslına bakmak lâzım, defolu aktarımına değil.

5- Çocuk tabiatı gibi bahaneyle mahane tutmak: Çocuk girdiği yoğun duygusallığından dolayı ağlamak ister. Ancak, pat diye de ağlayamaz, bir bahane arar. Biri ona dokunsa, “Acıttın, ağrıdı!” diye ağlamaya başlar. Cimdik atılmasaydı, başka bir şey de olmasaydı, çocuk yine ağlayacaktı… Yani, alâkasız bir bahane bulacaktı.

Aslında hakikati kabul etmek istemeyen, sarhoş bahanesi gibi, her şeyi ona bahane gösterir. Alkoliğe sorarsınız: Niye içtin? “Sevincimden!..” der. Şimdi, niye içtin? “Üzüntümden…” Şimdi, efkârlandım, şimdi bayram, şimdi seyran, şimdi kızdım, şimdi korktum… Onun için her şey bahane. Üzülür içer, sevinir içer, efkârlanır içer…

Gerçeği kabul etmek istemeyen, başkalarının kabahat ve kusurlarını senet tutup bahane edenler de hakikati kabul etmek istemezler. Oysa, İslâm hakikatlerinin kusursuz bir şekilde anlatıldığı, yorumlandığı, ispat ve izah edildiği eserler vardır.

6- Zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharrî etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.

İnsanın zihni cüz’i, basit olduğundan bir meseleyi veya sözü kuşatamıyor, geçmişi ile geleceğinin irtibatını kuramıyor. Yani, işin gerçeğini anlamıyor. Bundan dolayı ona karşı gelir, itiraz eder. Karşı gelmek, muhalefet etmek, anlayamamak, kavrayamamak, idrak edememekten kaynaklanır. Elbette bu itiraz ve muhalefet akıl, mantık ile bağdaşmaz.

Meselâ her şeyin hayal, gerçekte bizim ve kâinatın vehimden ibaret olduğunu söyleyen Sofistlerle, “Allah’tan başka hiçbir varlık yok!” diyerek ileri giden bir bazı Vahdetü’l-Vücud’çular gibi. Oysa, varlık hakikattir. Allah’ın Hâlık, Hakîm, Rezzak vesair esması burada tecelli ediyor. Meselâ, Mutezililer, “Şerri, kötülüğü yaratma ile onu kazanmanın” ayrı ayrı şeyler olduğunu zihinlerine sığıştıramadıklarından, “Kul, fiillerinin yaratıcısıdır!” deyip gümleyip gittiler. Oysa, Allah kötülüğü bizzat yaratmaz. Kul da yaratıcı olamaz. Halbuki, kul ister, Allah yaratır. Kul, sorumlu olduğu işlerde ne isterse, Allah onu yaratır. İstemediği bir şeyi yaratmaz. Kulun rızası, isteği olmadan yarattığı şeyden de onu sorumlu tutmaz.

Sair iman şartları, İslâm esasları da böyledir. Bazı insanların, bir takım vehim, şüphe ve vesveselere kapılmaları, bunların hakikat olmadığı anlamına gelmez. Bilâkis, vehim olduğu anlamına gelir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*