Giovanni Scognamillo: Başörtüsü yasağını anti-demokratik olarak görüyorum

İstanbul’da yaşayan son levantenlerden 82 yaşındaki Giovanni Scognamillo ile sinemaya, dine, başörtüsüne ve sair birçok konuya dair sohbet ettik…

Özgeçmiş:

25 Nisan 1929 tarihinde İstanbul’da doğan İtalyan asıllı levanten yazar, sinema tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen, çevirmen ve eğitmendir.

Scognamillo ayrıca bazı Türk filmlerinde oyuncu olarak rol almış, bankacılık, reklâmcılık, kitabevi yöneticiliği gibi pek çok farklı alanda da çalışmıştır. 1948-61 yıllarında başta İtalyan, Fransız, ABD, Norveç basını olmak üzere yabancı dergi ve gazetelerde birçok yazısı çıktı. Daha sonra 1961’de Akşam Gazetesi’nde sinema eleştirileri yazmaya başladı. Sinema yazarlığını Yön, Sinema 65, Ulusal Sinema, Yedinci Sanat, Yeni Sinema, Ses, Hayat, Bravo, Video-Sinema, Beyaz Perde, TV’de Yedi Gün gibi gazete ve dergilerde sürdürdü. 60 yılı aşkın bir süredir sinema, fantastik edebiyat, bilimkurgu, korku edebiyatı ve okültizm üzerine yazıyor. Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Türk Sineması” dersleri de verdi.

Levant ve Levanten kelimelerinden başlarsak… Levanten nedir?

Terminolojik olarak bakarsak, “doğuda olan” demektir. Yani doğudan kastımız batı değil; Yakın Doğu’dur, Ortadoğu’dur. Esasen batılı olup Ortadoğu’ya veya Yakın Doğu’ya yerleşen ve kök salan da diyebiliriz…

Bir Beyoğlu levanteni olarak İstanbul’da yaşamak sizce nedir?

Bir Beyoğlu levanteni olarak eski İstanbul’u yaşadığım için bugünkü yeni, postmodern İstanbul’da yaşamak oldukça zor geliyor. Çünkü benim bildiğim İstanbul değil; her şey değişti. Tabiî mimari olarak değişmesi ve büyümenin getirisi olarak düzensiz olması normaldir. Ama insan davranışlarındaki bozukluk pek normal gelmiyor. Seksen iki yaşındayım; belirli prensipler, inançlar, alışkanlıklar ve değerlerle büyüdük ve yaşlandık. O değerleri arıyorum. Yok maalesef.

Hem batılı, hem doğulu olmak nasıl bir uygu?

Benim için çeşitli yönlerden tam bir avantaj oldu. Çünkü ben batı tipi eğitimi görerek batı kültürüyle yetiştim. Ayrıca Türk kültüründen de yararlandım.

Hocam, sizin interdisipliner bir çalışma alanınız var. Tarihçi, araştırmacı-yazar ve sinemacı kimlikleriniz nelerden besleniyor?

Bu kimlikler başlıca iki kaynaktan besleniyor; kitaplar ve filmler. İnternetten pek beslendiğimi söyleyemem çünkü bilgi açısından internete pek güvenmiyorum. Özellikle Amerikan sitelerine hiç güvenmiyorum. Bir araştırma yaptığımda ve internetten bilgi aldığımda muhakkak onu kontrol ediyorum, iki üç kaynak daha arayıp karşılaştırıyorum. Bir de meraklıyım; maymun iştahlı olduğum için her alana girip çıktım.

Merak ilmin hocasıdır…

Evet. Doğru.

İlk öyküleriniz İtalyanca. Daha sonra Fransızca orku hikâyeleri yazdınız. İtalyanca, Fransızca ve İngilizceyi konuşup yazacak seviyede, İspanyolcayı da anlayacak derecede biliyorsunuz. Kitaplarınızı ise Türkçe yazıp, yayınladınız. Neden Türkçeyi tercih ettiniz?

Çünkü ben Türkiye’de yaşıyorum. Ve ona uygun davranmam gerekiyor. Benim sadece iki kitabım İtalyanca çıktı. Biri ‘İstanbul Gizemleri’nin İtalyanca versiyonu oldu; onu yeniden yazdım. Çünkü yurtdışında olan birçok olaylar ve ayrıntılar yabancı bir okura hiçbir şey vermez; ortamı, âdetleri bilmediği için. Bir de Türkçesi olmayan bir Dracula kitabı yazdım.

Maşallah sizin çevirilerle birlikte 54 kitabınız var…55. Benim adıma çıkan bir kitap var; Bir Levanten Şövalye. Onu aslında ben yazdım. Çünkü o, bir röportaj kitabı.

Peki, siz bu sayıyı yeterli buluyor musunuz? Hâlâ azmalıyım düşüncesi var mı?

Şimdi düşünce olarak var; ama güç kalmadı. Sadece güç değil, ben hırslı bir insandım, yaşlanınca o hırs gitti. Düşündüm, tamam 55 tane kitap yazdım, ee sonra? Hem bu son zamanlarda krizden dolayı yayıncılarla anlaşabilmek zor; ödemeler aksıyor, anlaşmalar yapılıyor yapılmıyor. Anlaşma yapılmadan kitaplar basılıyor. Ama aklı başında bir yayıncı bulursam en azından bilgisayarda bekleyen 3-4 kitabımı bitiririm. Henüz bulamadım; bakalım belki buluruz. Geliyorlar konuşuyoruz, yayıncı heyecanlanıyor, ben heyecanlanmıyorum. Çünkü ben onu bekliyorum bir kere geliyor iki kere geliyor, şunu yapacağız bunu yapacağız falan filan diyor, sonra kayboluyor. Bir daha geri gelmiyor, ben de peşine düşmüyorum.

Sinema üzerine konuşalım biraz da. Sizin esas alanınız sinema. Kitaplarınızın büyük bir bölümünü bu alan üzerine yazdınız. Gerek ulusal basında gerek dış basında sinema eleştirileri kaleme aldınız. Birkaç filmde oynadınız. Peki, sinemaya lan bu ilginiz, tutkunuz nasıl başladı?

O aileden kalma bir âdettir, aileden kaptığım bir mikroptur. Oradan aldım. Yani bir sinemacı, filmci aile içinde doğdum, büyüdüm. Bizim bütün tanıdıklarımız, eş dost o dönemin İstiklâl caddesindeki sinemacılar ve filmcilerdi. Onların bir kısmı azınlıktandı, bir kısmı levantendi. Bizim evde hep film konuşuluyordu. Hangi filmler iş yapıyor, iş yapan filmler iyi filmlerdir. Sonradan öğrendim ki aslında iş yapmayan film, iyi filmdir. (gülüşmeler)

Türk sinemasının bugünkü konumunu nasıl eğerlendiriyorsunuz?

Henüz değerlendiremiyorum. (gülüşmeler ve şaşkınlık) Çünkü bir sektörden bahsediliyor, ama sektör kurulmuş değil. Yeşilçam’ı ayakta tutan ve Yeşilçam’a bir kimlik kazandıran yapımcılar vardı. Bugün pek yapımcı yok. Çoğu, yönetmen geçiniyorlar; kendi imkânlarıyla Kültür Bakanlığının verdiği arsayla, fonla idare etmeye çalışıyorlar. Ayrıca bugün Türkiye’de sinema sayısı az; dağıtım da biraz sağlıksız yapılıyor. Onun için henüz oturmuş bir sinema değil.

Peki, ikinci bir Yeşilçam faciası yaşayabilir miyiz?

Olabilir. Çünkü son 2 yılda film sayısı çok arttı. Ama gişede kendini kurtarabilen film sayısı düşüyor.

Aslında Türkler dünya tarihini etkileyen birçok laya imza atmış. Bunun yanı sıra kültürel ve coğrafi anlamda çok zengin kaynaklara sahipler. Bütün bu imkânlara rağmen Türk sineması kısır hikâyelerle karşımıza çıkıyor. Neden böyle?

Doğru, temel sorun Yeşilçam’da da vardı. O yüzden Yeşilçam çokça yabancı film ve romanlardan esinleniyordu. Kopya çekiyordu demeyeyim; esinleniyordu. Bugün de bir senaryo sorunu var. Birçok yönetmen bunu anlamak istemiyor. Sinemayı sinema yapan büyük yabancı ustalara baktığımızda çoğunun kendi senaryolarını yazmadıklarını görürüz. Senaryo ayrı bir olaydır. Katılıyorlar, muhakkak katılıyorlar. Ama bugün bir Federico Fellini’ye bakalım. Fellini kaç senaryo yazmıştır? Hiç. Başkalarının senaryolarını çekti; onlara katkıda bulundu. En azından projeyi vermiyor; çekim senaryosunun yazımına katılıyor. Holywood yönetmenlerinden kaç tanesi kendi filmlerine senaryo yazıyor? Çoğu değil. Senaryo ekip işidir. Tek kişilik senaryo sakat olur, bağlantılar kopuk olur, yavan kalır. Aslında sinemada diyalogları senarist yazmaz, ayrı bir ekip yazar. Çünkü diyalog yazmak o kişiyi konuşturmak kolay bir şey değil; o bir uzmanlık işidir. Ama bizde yönetmen hepsini yapmaya çalışır; başarılı olamaz. Bu konuda güzel bir söz vardır: “İyi bir film yapmak için üç şey gereklidir: Senaryo, senaryo, senaryo.”

Biraz da “Batının İnanç Temelleri” isimli itabınızdan konuşalım. Kitabınız Türkiye’de sahasında tek olma vasfına sahip. Ayrıca bir dönem İlahiyat Fakültelerinde yardımcı ders kitabı olarak da okutulmuş. Siz bu kitapta neyi anlatmak istediniz?

Ben koyu Hıristiyan bir ailenin içinde yetiştim. 14-15 yaşına kadar dindardım, annem biraz kuşkucu, babam ise çok dindardı. Ama 13-14 yaşında okuduğum bazı kitaplar başta Darwin ve Marx olmak üzere beni bayağı etkiledi ve sarstı. Böylece bir dönem tanrı-tanımaz oldum, sonra baktım tanrı-tanımaz zaten olunamayacak bir şey. Çünkü var olmayan bir şeyi tanımamak mantıklı bir şey değil. Ekmek yemez gibi. Ondan sonra Hıristiyanlıktan koptum; diğer dinleri inceleyebildiğim kadar inceledim ve şu sonuca vardım: Üç kitap aslında aynı şeyi anlatıyor. İbadette fark olabilir. O farkların bir kısmı zaten bölgesel farklar. Ama özde fark yok. Benim peygamberim senin peygamberini döver havalarına girmeyelim Allah aşkına. Hepsi de Tanrının adamlarıdır. Hepsi de Tanrı tarafından biz adam olalım diye gönderildi bu dünyaya; ama henüz adam olamadık. Kısacası o kitapta Hıristiyanlığın bazı püf noktalarını ortaya koymak istedim.

Siz bir mülâkatınızda dini temel olarak reddetmediğinizi, bütün dinlere karşı bir hoşgörü gösterdiğinizi söylüyorsunuz. Oysa fikirlerinden etkilendiğiniz Karl Marx dini, toplumların uyutulması için kullanılan bir afyon olarak görüyor.

Yok, ben onu reddetmiyorum. İnsan inançlı bir varlık. İnsanın bir şeye ya da bir şeylere inanması gerekiyor. Kimi Allah’a inanır kimi Fenerbahçe’ye. Onun için inanç gerekli. Bu durumda yarı inançlı bir toplum nereye gidebilir? Mağara dönemine doğru.

Herkesin kabul ettiği bir gerçek var. Batı unalımda. Siz var olan bunalımı neye bağlıyorsunuz?

Batı çoktan bunalımda. II. Dünya savaşından sonra hatta 1. Dünya savaşından sonra başladı bu bunalım ve hâlâ devam ediyor. Çünkü kapitalizmi Amerika’dan sonra en çok hisseden bölge oldu Avrupa. Kapitalizmin sonuçlarını maalesef yaşıyoruz ve görüyoruz.

Sizin akademisyenliğiniz de var. Özel bir niversitede dersler verdiniz. Ders verdiğiniz bu kitleyi, günümüz gençlerini nasıl buluyorsunuz?

Ama akademisyen değilim. Bir şeyler yapabilecek kimseler var. Yüzde yüz umut var diyemeyiz de, yüzde 40 civarında umut var. Ama keşke biraz daha ciddî davransalar, gerçi çocuklar da şikâyet ediyorlar. Geçenlerde sizin gibi birkaç genç geldi beni ziyarete; anlatıyorlar. “Bize illa eğlenin diyorlar, kimse öğrenin demiyor. Eğlenin, eğlenin, eğlenin. Ee hocam sonra ne olacak?” Bunu bana sormayın. Onu siz hesap edin. Kapitalizmin amacı nedir? Tek tip insan oluşturmak, şimdi tek tip insan nasıl oluyor, Amerikan vatandaşları gibi oluyor. Tv seyreder, eğlenir, dışarı çıkar, sorumluluğu, vatandaşlık bilinci yoktur.

Kamusal alanda yıllardır uygulana gelen bir aşörtü yasağı var. Biz üniversitelere bu şekilde giremiyoruz…

Ben bunu anti-demokratik olarak görüyorum. Yalnız ilginçtir başörtü yasağı Avrupa’nın bazı ülkelerinde de uygulanmaya çalışılıyor, onların nedeni başörtüsü değil. Onların hedefi, tam bir laik demokrasidir. Orada hedef olan herhangi bir dinsel simgedir. Başörtü olsun, haç olsun. Biraz laik olmanın aşırısı da diyebiliriz.

Ama laiklik devletin dine karışmaması değil mi? Orada laikliğin dışına çıkmış olmuyorlar mı?

Şimdi hangi Hıristiyan devleti kiliseye karışmıyor. Bugün Yunanistan’da kilisede evlenmezsen, evliliğin yasal kabul edilmez. Sadece belediyede evlenirsen seni evli saymazlar. Bu da tam bir laiklik olmuyor. Yine meselâ İtalya’da yıllar yılı boşanma kabul edilmedi. Sonrasında boşanmayı ancak şartlı olarak kabul ettiler. Boşandıktan beş yıl sonra evlenemezsin şartını ileri sürdüler.

Yakın zaman önce İsrail masum bir amaçla yola ıkan Mavi Marmara gemisine saldırdı…

Beni şaşırtmıyor, çünkü bugün dünya ekonomisi zaten Yahudilerin elinde, benim elimde değil. Yalnız kendisini çok emin gördüğü için İsrail aşırı gidiyor. Diğer ülkeler lânet etmekle yetiniyor. Yahudiler de çok etkileniyorlar, çok korkuyorlar. (gülüşmeler) Şimdi orada anlaşmalı ve ağırlaşmalı senaryolar var. Yani biz bir olaya tanık oluyoruz, ama o olay nasıl oluyor bilmiyoruz; madalyonun bir yüzünü görüyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*