Güneşler Güneşinin velâdetine

Kutlu doğum haftasını Diyanetimiz bildiğiniz gibi kutladı. Gönül arzu ederlerdi ki; dalından koparılmış birkaç gül, camilerde okunan mevlîd-i şerifler ve birkaç resmî nutukla sınırlı kalmasaydı. Kur’ân’ın tanıttığı ve tanımamızı emrettiği şekilde Resûlullah (asm) dile getirilseydi, Allah’ı sevmenin “o”na uymakla eşdeğer olduğunu, daha doğrusu Resûlullah’ın Kur’ân’ın pratiği olduğunu ifade edebilseydik.

 

Sevgili annemizin “O Kur’ân’ın tâ kendisiydi” ifadesiyle “Allah’ın bize tercümanı” ifadelerinin örtüştüğü şekilde anlatılsaydı. Sonra da “o”nun hakîki insanlığın pişdârı, rehberi ve şefkâtli öğretmeni olduğu dünyaya duyurulsaydı… İnsanlığı sevmenin “o”nu sevmenin lâzımı olduğunu, her yaş, sınıf, ırk ve cins insanın kendisini “o”nda bulduğunu ve bulabileceğini izhâr edebilseydik… “O”nun Ganj Irmağından Atlas’a uzanan dünya tarihinin en muhteşem medeniyetini yalnızca elli senede kurduğunu ve bu medeniyetin yüzlerce metropollerinden dağ ve sahralarına kadar kurt ile kuzunun barış içinde asırlarca yaşadığını “medeniyet düşmanlarına” izah edebilseydik… O vahşî insanların bakışlarında mûnisleştiği, katı yürekli zalimlerin tebessümüyle müşfik ve adilleştiğini, deve çobanlarının mütevazi mescidinde kıtalara nasıl üstad yetiştiğini, terbiye ve iffetten bîhaberlerin “o”nun humretiyle nasıl iffetli ve faziletli insanlar hâline geldiklerini misal ve delilleriyle anlatabilseydik… Ve bütün bunları “o”nun Arafat’taki vasiyetine borçlu olduğumuzu vedanın hüznüne bürünmüş son vasiyetine: “Size iki şey bırakıyorum. Allah’ın kitabı olan Kur’ân ile Sünnetimi.”

İşte on beş asırdan beri dünyanın en akıllı, faziletli ve şerefli Müslümanları, kulaklarını bu dağdaki sözlerden ayırmadılar, bu iki çeşmeden mütemâdiyen susuzluklarını giderdiler… İşte bütün bunları diyanetimizin kıymetli vazifelileri keşke anlatabilseydi, izah etseydi, diye düşünüyoruz… Fakat olmadı…

Bıraktık devleti… Bize, özümüze döndük… Evlerimize, çoluk çocuklarımızın arasına… Sözümüzün az çok geçtiği yerlere… Ve öncelikli sorumlu olduğumuz alanlara… Resûlullah (asm) bugün bize misafir gelecek deseler, neler hissedersiniz acaba… Çoluk çocuğumuzun kulağına neyi fısıldarız? Yoksa bizde anormal bir telâş mı başlar? Evlerimizin, çoluk çocuğumuzun Kâinatın Nur’unu, Ruh’unu misafir etmeye müsait olmayışından halden hale mi gireriz? Halbuki biz “o”nu hergün evimizin baş köşesine oturtmak isteriz… Sahi bugün evimizin baş köşesinde kimler oturuyor… Bırakın “o”nu dünya gözüyle karşılamak ve misafir etmek, rüyalarımızda gördüğümüzde sadakalar dağıtırız… “O”nun teşrifine müsait olmayan evlerde bu nim-canlı cesetlerdeki âlemimize nasıl buyursun ki? Dedelerimiz dertlerini rüyada veya yakazada, evde veya medresede “o”na arz ederlermiş… Müşkillerini bu yolla hallederlermiş. Bir çıkmaz sokağa girdiklerinde hemen pusula gibi “o”nun sünnetine müracaat ederlermiş… O, yalnız evdeki güzel örnek değilmiş… Okul, sokak, mahalle ve her saha “o”nunla şenlenirmiş. Nazarlar Kur’ân’dan ayrılınca, “o” da bizi terk etmiş. Biz “ene”yi tevhîde tercih edince; ateş böceklerine dönüşerek aklımızla başbaşa kalmışız. Bu halimizden istifade edenler coğrafyamızın kulpundan tutup, yönümüzü kıbleden Batıya çevirmişler… Bu defa da dertlerimizi, problemlerimizin hallini “felsefî çözümlerde” aramışız. Oğlumuz paşa olsun diye “Batı dillerini” Kur’ân’ın zırhı olmaksızın ezberletmişiz. Cenupla dedelerimizin kurduğu köprüleri bombalatmış ve rayları söktürmüşüz. Anlattığımız yalnızca tarih ve uzak topluluklarda değil… Günümüzü ve bizi anlatmak istiyorum. Kur’ân’dan nazarlar kopunca, “Sevgililer Sevgilisini” nereden bulabilecektik ki? Arafat vasiyetnâmesinin evlerimizin neresinde gömülü olduğunu bilmeyenler o kadar çok ki… Hatta evlerine Kur’ân’ın zaman ve mekânı kucaklayan tefsîrini alıp okumayanlar da yönlerini “Batı felsefesine” çevirmişler. Halbuki Mebde ve Müntehanın (başlangıç ve sonun) nazarında olduğu güneşler güneşiyle elli senede dünyanın zirvesini tutanlar da bizim gibi değil miydi? Maddî ve mânevî terakkîmiz için eteklerine sarıldığımız “Batılı feylesofların” bize verdikleri, yalnızca geçici bir uyuşukluk ve bir nebzecik rahatlatma… Hayır, elimizde Kur’ân ve Kur’ân’ın zamanımıza mesajı dururken bunca sıkıntı ve elemi çekmemek için “O”na dönmeliyiz. Bu dönüşümüzü bekleyen insanlık düşmanları yolumuza yeniden tuzak kurdular. Mazinin derin derelerindeki “yaşanılamaz İslâmı” hortlatarak bizi Sevgililer Sevgilisinin yolundan alıkoymak istediler. Bazen gulyabanîler, bazen de Bin Ladin’lerle yolumuzu kapatmağa kalkıştılar: Sarıklı, uzun entarili, uzun sakallı ve elinde bir kalaşnikof silah… Omuzlarda bir Afgan şalı… “O”na düşman olanlar yüz seneden beridir “o”nu bu şekilde karikatürize etmeye çalışıyorlardı. Doksan sene önce Süfyanizm harekete geçmişti… Hem ismine ve hem de “o”nu hatırlatacak her türlü maddî mânevî sembole savaş açmıştı. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın tefsîri olarak Süfyanizmi mağlub edince, bu defa da daha geniş bir dairede Deccalizm düşmanlık bayrağını ele alarak münafık mülhidlerin yardımına koştu.

11 Eylül’ü organize edenlerin “o”nun en büyük düşmanları olduğunu kim inkâr edebilir ki…

“O” tevhîdin bayraktarıydı… Nemrud ve Firavunun “ene”nin bayraktarları olduğu gibi… “Ene” mahsûlü tüm diktatörler hep “o”nu kıskanagelmişlerdir. Yalnızca Kisra, Çingiz, Hülâgü, Richard ve Lenin’ler değil… İslâm coğrafyalarına musallat edilmiş diktatörler de… Pehlevî’den Kuzey Afrika’lı Kaddafi’ye kadar… Kaddafi, kıskançlığını yeşil kitapla dışa vurmuştu. Bazı mülhit diktatörlerin ömrü Güneşler Güneşine üflemek, taş atmak ve ürümekle tükenmişti… Bunların hepsi gerilerde kaldı. Korkak münafıkların Arap ve Arapça düşmanlıkları gibi. Hatta “o”nun yaşantısını Müslümanlar hayatlarına taşıyacaklar diye ödü kopan “ılımlı İslâm”, “Türkiye İslâmı” ve “Euro İslâmcıların” boşa tükenen enerjileri gibi… “O” Güneşler Güneşi “pis insanların” kötü niyetlerinden o kadar yüksekte ki… “O” Güzeller Güzelinin mübârek eline, artık ne Ebû Cehil’in ve ne de İbn-i Selûl’un pis elleri değemeyecek.

Sevgililer Sevgilisine bir gül yeter mi? Bütün güller humretini, kızıllığını “o”nun yanağından aldıklarına göre her yer gül, her mekân gülistan olmalı değil mi? Hem de fıtratına müdahale edilmemiş kokulu güllerinden… Münâfıklar gülün rengini görmek istemedikleri gibi kokusundan da hoşlanmazlar. Başka kokulara aşina burunlar, Gül-i Muhammedî’nin rayihâsından elbette rahatsız olurlar… Fakat bize ne… Mekân Muhammedî’lerin mekânı, insanlar da Muhammedî olunca, her ciheti gülistana çevirmekten geri mi duracağız?

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*