Gurur

İNSAN ahlakı ve maneviyatı için gurur, zararlı bir illettir. Gururlu insanların çalışmalarında, gayret ve faaliyetlerinde daima bir menfaat ve riya kokusu bulunduğu için yüce dinimiz “Gururu” kerih görmüş ve insanları sık sık ikaz etmiştir: “Yeryüzünde böbürlene böbürlene yürüme; çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.”1 ayeti bu ikazlardan birisini teşkil etmektedir. Ayette insanların acizliği, fakirliği nazara verilerek, gururlu olmanın boşluğu ve lüzumsuzluğu anlatılmaktadır.

Sevgili Peygamberimiz (asm) “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez” buyurmaktadır.2
Halkımız arasında gururlu insanlar sevilmez ve boş başağa benzetilir. Şeytanın gururu yüzünden lanete uğradığı, onun yolunda gidenlerin de aynı akıbete uğratılacağı ayet ve hadislerle izah edilmiştir. İslam âlimlerince gurur ve kibirin insan maneviyatını kemiren bir kurt olduğu; gururun terk edilerek onun yerine, nefisin terbiye edilerek tevazunun yerleştirilmesi tavsiye edilmiştir.
Bediüzzaman gururun zararını veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Gurur ile insan maddi-manevi kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkasının kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır.”3
Selçuklu ve Osmanlı sultanları Cuma selamlığına ve tahta çıktıkları zaman halka ve kendilerine biat edenlere “Mağrur olma padişahım, Senden büyük Allah vardır.” diye bağırtırlardı. Bu söz bütün nimetlerin Allah’ın birer lütfû, mülkü; verenin de, alanın da Allah olduğunu hatırlatması bakımından çok manidardır.
İnsan gururdan kurtulup mütevazı olursa kendisini, nefsinden gelen zaafları, noksanları daha yakından tanıyıp bilmesi, nefis muhasebesi yaparak noksanlarını telafi etmesi kolaylaşır. Kendi aczini idrak eden insan, Allah’ın kudretini ve azametini fark eder. Her şeyin Cenab-ı Hakk’ın emri ve iradesi ile olacağını, bütün mahlûkatın ve hadiselerin onun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu idrak eder.
Bir hadiseyi tarih sayfaları arasından bizlere vereceği irfan ve ibret dersine beraber göz atalım:
Sultan Alparslan, Horasan’a döndükten sonra hudutlarına tecavüz eden Batı Karahan devleti hükümdarına karşı Maveraünnehir’e sefer açtı. Ceyhun Nehri’ni (Amu Derya) geçtikten sonra, kaleyi inatla savunanlardan kale muhafızı Harzemli Yusuf adlı birisi yanına getirildi. Alparslan huzuruna getirilen düşman muhafızın ellerinin çözülmesini emretti. Kaleyi inatla savunduğu için muhafıza hiddetlenmiş ve okunu gererek muhafıza fırlattı. Ancak Alparslan’ın oku ilk defa hedefine varmamıştı. Bunu fırsat bilen muhafız koşarak çizmesindeki hançeri çıkarıp Sultan Alparslan’a birkaç yerinden sapladı.(1072) Alparslan yaralı iken ölüm döşeğinde şunları söyledi:
“Ben Allah’ımdan yardım istemeden hiç bir şeye kastetmedim ve hiçbir düşman üzerine yürümedim. Dün bir tepeye çıkmıştım, askerimin çokluğundan yer sallanıyordu. Bana bir gurur geldi, kendi kendime: “Ben dünyanın padişahıyım, bana kimse karşı koyamaz” dedim. Ama talihim bana bunun aksini gösterdi. Allah bana, insanların en sefilini gönderdi. O savaşta yenilmiş bir esir, bir mahkûm. Benden güçlü çıkıp beni vurdu. Beni tahtımdan etti, beni canımdan etti. Ben Allah’tan yardım isterim. Böyle hatıra gelen fikirler için Allah’tan mağfiret dilerim.”
Merv’e cenazesi götürülen Alparslan babası Çağrı ve amcası Tuğrul Bey’in yanına gömüldü. Mezar taşına şu ibareler yazıldı: “Alparslan göklere yükselen büyüklüğünü görenler, bakınız!.. Şimdi o, şu kara toprağın altında yatıyor.”

Dipnot:

1. İsra Suresi, 37
2. Riyazüs’s-Salihin, c.2, s.48
3. Mesnevî–i Nuriye, s.24

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*