Haddini bilmek

Kâmil insan, konumu ve makamı ne olursa olsun haddini bilen, haddinden tecavüz etmeyen, dengeli insandır. Bu konudaki en müstesna örnekler kâinatın ve insanlığın rehberi olan Allah elçisi peygamberlerdir. Ve tabiî ki bu sahanın en mükemmel tatbikatı ve örneği Hz. Muhammed’dedir (asm).

Teknolojinin bu kadar ilerlediği böyle bir zamanda fıtrat kanunları ve insanlığın arayışları şunları gerektiriyor: Her alanda ihtisas, maharet, mütekâmillik, gerçek san’at, hak, adalet, yüksek ahlâk, fazilet, ihlâs, samimiyet, doğruluk, zarafet, dürüstlük…

Safiyet, berraklık, saydamlık, hüner, doğruluk, samimiyet ve güvenilirlik artık bütün toplumların tartışılmaz ortak değerleri, beklentileri ve haklarıdır. Kendini ve haddini bilen bir insanın bütün bunlara ters düşmemesi, saygı göstermesi onun olgunluğunun ve kalitesinin göstergesidir.

Her insanın fıtratına, mizacına, maharetine, estetiğine, san’atına, fikrine, inancına, emeğine ve istidadına saygı göstermek bir fazilet ve olgunluktur. Zira san’at, maharet, ihtisas gibi konular; zaman, enerji, hüner, gayret, himmet, basiret ve sabırla elde edilen, hayatın her karesinde gereklilik arz eden hayatî konulardır. Bu gibi maharetleri ve ihtisasları elde etmek sadece makamla, mevkiyle, imkânla, zenginlikle, saltanatla doğrudan alâkalı olmayan şeylerdir. Bu tür san’at ve maharetler Allah vergisi kabiliyetlere bağlı olmakla birlikte yılları alacak büyük gayret, sabır ve çalışmaların neticesidir. Bu emeğe ve kazanıma saygı duyulmak zorunluluğu vardır.   

Konuya örnek olacak tarihten bir misâl vermeye çalışalım:  

Zamanında Gül Ahmed Paşa adında bir vezir varmış. Paşanın, makamı “paşa”, lâkabı “gül” olsa da konumu “makamına”, lâkabının da “gül”ün inceliğine uygun olmadığı şu hadiseyle net olarak ortaya çıkmış:

Paşa, konağında, seçkin dâvetlileriyle bir sohbet halkası kurmuş. Sohbetin konusu, o zamanın en rağbet gören bir şiiri üzerindeymiş. Sohbet, şiirin güzelliği, mecazı, teşbihleri ve manasının derinliği üzerine uzayıp gitmiş. Bir beyit üzerinde sözün bu kadar uzamasından canı sıkılan Paşa “Canım, çok manalı da ne demek” demiş, “Şair sözü yaş deriye benzer, nereye çeksen oraya uzar.” Mecliste bulunan bir şair bu manasız ifade tarzından çok rahatsız olmuş, çok ağrına gitmiş. Mesleğine yapılan bu hafifliğe karşı uygun bir cevap vermeyi ve altında kalmamayı kafasına koymuş. Fırsatını kollamaya başlamış.

Belli bir zaman sonra, Paşa, hayrına bir çeşme yaptırmaya karar vermiş. O zamanın vazgeçilmez âdetlerinden olan çeşmeye manzum bir tarih kitabesi yazdırmaya karar vermiş. Bu konuda yarışma açılmış. Birçok şair arasından, geçmişte paşanın konağındaki o sohbette bulunan, o üzücü olayı yaşayan ve o günden beri fırsat bekleyen şairin yazdığı şiir çeşmenin kitabesine yazılmaya uygun bulunmuş. Şairin kendisinin de tavsiyesiyle şiir “talik yazı” hattıyla çeşmenin taşına yerleştirilmiş. Yani o zamanki tabirle “hakkedilmiş!”

İşin “püf noktası” denilecek ibretli ve manalı hadise ise; Paşa’nın çok hoşuna giden şu son mısrası imiş:

“Gel Gül Ahmed çeşmesinden iç gülab-asa suyu.”

Yani “Gel, Gül Ahmed çeşmesinden gül suyu gibi sudan iç.” Ne kadar harika! Değil mi?

Çeşme tamamlanmış, merasimle açılmış. Paşa avanesiyle yerini almış. Bir taraftan lülelerinden şerbet akıtılıyor, bir yandan meraklıları kitabesinin önüne yığılmış, okuyorlar. Halktan, “Talik” yazı hattını tam olarak seçip okuyamayanlardan birkaç kişi kelimeleri hecelemeye başlamışlar:

Paşa da büyük bir zevkle, etrafında birkaç dostu ve şair de bulunduğu halde, büyük bir zevkle bu merasimi ve gelişen hadiseleri zevkle dinlemeye başlamış.

Fakat yazı talik (hat san’atında bir yazı türü) olduğu için, halktan bazı kişiler harekeleri tam olarak okuyamayınca, farklı ağızlardan şu ibareler ve kelimeler dökülmeye başlamış:

“Gel Kel Ahmed çeşmesinden iç gilab-asa suyu.”

Yani “Kel Ahmed’in çeşmesinden killi, çamurlu suyu iç!”

Başka biri; “kilâb-asa suyu” yani “köpek suyu!”

Bu çarpık ve uygun ifadeler yüksek sesle dillendirilip, paşanın kulağına kadar gelmeye başlamış.

Yaptırdığı hayırdan ve hakkındaki medhedici mısralardan tam keyif duymaya hazırlanan Paşa’nın fena halde canı sıkılmış, yanında duran şaire “Bre ne halt etmişsin böyle!” diye şaire çıkışmış!

Fırsatı bekleyen şair de taşı gediğine koymuş:

“Aman efendimiz, ben sizin huzurunuzda daha önce şiiri okumuştum ve takdim etmiştim. Siz o şiiri duymuştunuz. Biliyorsunuz ki şiir, bu manada değildi. Fakat ne yapalım ki; ‘Şair sözü yaş deriye benzer, nereye çekseniz o tarafa uzar!”

Bizler ne şairiz, ne de “paşayız!” Ama bizler hepimiz “insanız!” O zaman her an dikkatli olmalıyız. Haddimizi, sınırımızı, hududumuzu aşmamalıyız. Ne dediğimize de, ne denildiğine de çok dikkat etmeliyiz. Hep ilk önce kendimizi basküle çıkarıp, tartmalıyız. Başkalarını değil. “Men dakka, dukka!”, “Çalma kapıyı, çalarlar kapını!”, “Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste!” gerçeklerini daima hatırda tutan bir hayat tarzını benimsemek çok faydalı olacaktır. Hakaretten, zandan, art niyetten, kötü ve olumsuz düşüncelerden uzak bir hayat yaşayıp sürdürmeyi Cenâb-ı Hak’tan niyaz edelim…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*