Hak dâvâ etmeye hakkimiz var mi?

İnsan olarak çoğu zaman hazmetmekte zorlandığımız, hattâ şikâyet ettiğimiz şeyler vardır. Bir musîbete, bir hastalığa, hattâ nefsimizin hoşuna gitmeyen bir hâlâta dûçâr olduğumuz zaman “kaderi tenkît” cür’etine kadar vardırdığımız yakınmalar, şikâyetler sergileriz.

 Haklı olup olmadığımıza, lâyık olup olmadığımıza bakmadan hayattan beklentilerimizin gerçekleşmesini ister, verilenleri hor görür, hep daha fazlasını talep eder, hep daha yükseklere gözümüzü dikeriz. İstediğimiz verilmeyince, beklentimiz karşılanmayınca, hele de sâhip olduklarımız elimizden alınınca şikâyete kalkar, feryâdı basarız.

Peki, hakîkaten haklı mıyız? Gerçekten sızlanmaya, şikâyete hakkımız var mı?

Âhir zaman insanının bütün hastalık ve problemlerine Kur’ân’dan reçeteler ve çözümler bulan Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî, bu hastalığın çaresini de bizlere 24. Söz ile göstermiştir.

Ma’lûmdur ki, şikâyet bir haktan doğar. Ya’nî bir kimsenin herhangi bir şeyden şikâyet edebilmesi için o şey üzerinde bir hakkı, bir hukûku olmalı ve o hakkını alamamış bulunmalıdır ki, şikâyet edebilsin. Bu noktadan hareketle Bedîüzzamân Hazretleri, mevcûdâtın Vâcibü’l-Vücûd’a karşı hiçbir haklarının olmadığını ve hak dâvâ edemeyeceklerini söyler. Ve bu husûsu hârika bir misâl ile anlatır:

“Nasıl ki mahir bir san’atkâr, kıymettar bir elbiseyi murassâ ve münakkaş surette yapmak için, bir miskin adamı, lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak, kendi san’at ve maharetini göstermek için, o elbiseyi o miskin adam üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı da oturtur, kaldırır, muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o san’atkâra desin: ‘Beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup meşakkatle benim istirahatımı bozuyorsun?’

“Aynen öyle de, Sâni-i Zülcelâl, herbir nevî mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmâsıyla kemâlât-ı san’atını göstermek için, herbir şeye, husûsan zîhayata, duygularla murassâ bir vücut libasını giydirerek, üstünde kalem-i kazâ ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmâsını gösterir. Herbir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak, bir kemal, bir lezzet, bir feyiz veriyor. ‘Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.’ (İbrahim Sûresi, Âyet: 27) sırrına mazhar olan o Sâni-i Zülcelâl’e karşı hiçbir şeyin hakkı var mıdır ki, desin, ‘Bana zahmet veriyorsun, benim istirahatimi bozuyorsun.’ Hâşâ!” 1

İnsanı aldatan en önemli husûs, kendisine “emânet” olarak verilen her şeyi “mülk” zannetmesidir. Ya’nî kendi muhâfazasına ve istifâdesine tevdî edilen vücûdu kendi mülkü, kendi malı zannetmesi, kendini kendine “mâlik” tevehhüm etmesidir. İnsan, eline “benim elim”, gözüne “benim gözüm”, evlâdına “benim evlâdım”, hayâtına “benim hayâtım” demekte beis görmez. Zanneder ki sâhip olduklarının hakîkî mâliki kendisidir. Hakîkatte ise bu sâhiplenme ancak bir aldanmadan, bir vehimden ibârettir. Oysa şöyle bir düşündüğümüzde bu sâhiplenmeye aslâ hakkımızın olmadığını görüveririz.

Elimizi, gözümüzü, evlâdımızı, hayâtımızı ne satın almışızdır; ne yolda bulmuşuzdur; ne kendimiz îcâd etmişizdir. Bunlar bize emânet olarak verilmiş, istifâdemize sunulmuş, günü geldiğinde de geri alınacağı açıkça beyân edilmiş şeylerdir. Elimiz Cenâb-ı Hakk’ındır; biz sâdece ihtiyâcımız ânında kullanırız. Ayağımız, gözümüz, kalbimiz, mîdemiz ve hâkezâ! Ve hattâ evlâdımız, hayâtımız. Onlarda tasarruf hakkı, Mâlik-i Hakîkî olan Sânî-i Zülcelâl’indir. Yukarıdaki misâlde ifâde edildiği gibi; vücûdumuz hayattâr bir kumaştır. O kumaşın terzisi, san’atkârı, sâhibi Cenâb-ı Allah’dır. İstediği zaman vücûd elbîsesini keser, biçer, uzatır, kısaltır; tamir eder; tağyîr eder. Kumaş O’nun ise tasarruf hakkı da O’nundur. Biz bu vücûd için, bu hayât için bir ücret ödemediğimiz gibi, hattâ emânet olarak verilen bu vücûdun devamı için lâzım olan levâzımatı bu vücûda yetiştirirken bile ücret alıyoruz. Vücûdun ihtiyaç duyduğu gıdalar lezzetli değilse yemekte nazlanıyoruz; iştahımız yerinde değilse vücudumuzun bekası çok fazla umurumuzda olmuyor. Hakîkat-i hâl böyle iken sâhip olduğumuzu zannettiğimiz şeyler üzerinde hak dâvâ etmek, hakkımız da, haddimiz de olmamalıdır.

“Evet, mevcûdâtın hiçbir cihetle Vâcibü’l-Vücûd’a karşı hak dâvâ etmeye hakları olmadığı” gibi, “hakları dâima şükür ve hamd ile, verdiği vücûd mertebelerinin hakkını edâ etmektir.” Çünkü Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle, “verilen bütün vücûd mertebeleri vukuâttır, birer illet ister. Fakat verilmeyen mertebeler imkânattır. İmkânat ise ademdir, hem nihayetsizdir. Ademler ise illet istemezler. Nihayetsize illet olamaz.” 2

Bir mevcûdun, bir mahlûkun yokluk karanlıklarından ziyâdar varlık âlemlerine çıkabilmesi için hakîkî bir sebebe, bir illete ihtiyâcı vardır. Kendi başına vücûda gelmesi aklen ve iz’ânen mümkün değildir. Varlıkların vücûda gelmelerinin illeti Sânî-i Zülcelâl’in İrâdesidir. O istemeseydi zaten hiçbir varlık vücûda gelmezdi. Dolayısıyla verilmeyen şeyi istemek hiçbir mevcûdun hakkı olamaz. Her mevcûd verilmeyene gözünü dikmemeli, verilene şükretmelidir.

“Meselâ madenler diyemezler: ‘Niçin nebâtî olmadık?’ Şekvâ edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır.

Nebâtat, ‘Niçin hayvan olmadım?’ deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber, hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.

Hayvan ise, ‘Niçin insan olmadım?’ diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve hâkezâ, kıyas et.” 3

Madenlerin nebâtî hayat mertebesine çıkamadıkları için şikâyete hakları yoktur. Zîra yokluk karanlıklarından çıkarılmışlar, varlık âlemine getirilmişlerdir. Yok iken var edilmişlerdir. “Hiçbir şey” iken “bir şey” olmuşlardır. Öyleyse hakları bir sonraki hayat mertebesine neden ulaştırılmadıklarını sorgulamak değil, yokluktan varlığa çıkarıldıkları için şükretmektir.

Hâkezâ bitkilerin, “Niçin hayvan olmadık?” diye şekvâya hakları olmadığı gibi, hayvanların da “niçin insan olmadık?” diyerek şikâyete hakları yoktur. Zîra hem varlık âlemine çıkarılmışlar, hem hayata mazhar kılınmışlar, hem de kıymettar bir rûh cevheri ile taltif edilmişlerdir.

Hâl böyle iken, verilenle iktifâ etmesini bilmeyen, kolay kolay tatmîn olmayan insana ne oluyor ki, hâlinden şikâyet ediyor; dahâ fazlasını istiyor; hep gözünü yükseklere dikiyor! Oysa sâhip olduğu, kendisine ikrâm edilen nîmetlere bir baksa; nelerle şereflendiğini bir bilse! Ne güzel söylüyor Üstâd:

“Ey insan-ı müştekî! Sen ma’dûm kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ…” 4

Öyle değil mi? Bizler yoklukta kalmadık; vücûd nîmetini giydik. Hayâtı, hayâtın güzelliklerini, lezzetini tattık. Mâdenler ve taşlar gibi cansız kalabilirdik; kalmadık. Hayvan olmadık; insan olduk. İnsan olmakla da kalmadık; İslâmiyet nîmetini bulduk. Dalâlette kalmadık; mü’mîn olduk. Bu sûretle hem dünyada halîfe-i zemîn olduk; hem âhiret saâdetine namzet olduk. Sıhhat ve selâmet nîmetini gördük. Öyle müthîş nîmetlere mazharız ki, sanki nîmetler deryâsında yüzüyoruz; ancak kıymetini takdîr edemiyoruz. “Ol mâhîler ki deryâ içredir; deryâyı bilmezler” misillû, sayılamayacak kadar çok ve çeşitli nîmetlerle kuşatılmışız, ama çoğunun nîmet olduğunun farkında değiliz.

Allah bize hayât vermiş, İslâmiyet vermiş; saâdet vermiş. Saymaya kalksak sayabilir miyiz?

Vücûd, akıl, hayâl, kalb, rızk, anne-baba, eş, çocuk, su, hava, toprak, hissiyât, şefkat, muhabbet, korku!

Korku deyince aklımıza takılıyor değil mi? Korku da nîmet olur mu? Eğer Cenâb-ı Hakk bize ihsân ettiği duyguları vermeden önce bize sorsa idi; çoğumuz bu “korku” hissine sâhip olmak bile istemezdik. Ama biraz tefekkür edince anlıyoruz ki, korku hissinin bizim hayâtımızın muhâfazasında mühîm bir yeri var.

Aslâ bilemediğimiz, anlayamadığımız, hayâlimizin bile ulaşamayacağı nîmetlerle donatılmışız; ama en ufak bir aksaklıkta, küçük bir sınamada imtihânı kaybedecek tavırlar sergiliyoruz. “Âdetâ minare başına çıkmak gibi âlî derecâtlı bir makama” çıkmışız; “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ ediyoruz. Hem de lâyık olup olmadığımızı düşünmeden!

Mevlâm sâhip olduklarımızın kıymetini bilmeyi, “kaderi tenkît” etmenin mes’ûliyetini anlamayı, verilenlere şükretmeye muvaffak olmayı nasîp etsin!

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 276., 2- A.g.e. s. 276.

3- A.g.e. s. 276., 4- A.g.e. s. 276.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*