Hakikat güneşi İslâm “bahane” kaldırmaz!

alt

“Dünyanın büyük bir mânevî buhran geçirdiği”,
“Mânevî temelleri sarsılan ‘Batı Toplumu’ içinde doğan ‘maddeperestliğin’ derin bir hastalık ve müthiş bir felâkete dönüp bütün yeryüzüne dağıldığı”,

“Cemiyetin temel direkleri sarsıldığı”,
Nefislerin alabildiğine serbestiyet istediği,
Hürriyetin büyük ölçüde istismar edildiği,
Sabrın ciddî bir şekilde kaybolduğu ve örselendiği,
Fedakârlığın oldukça ötelendiği,
Merhametin daralıp, kısıldığı,
Samimiyetin ve hasbîliğin oldukça azaldığı,
Berraklık ve saydamlığın ciddî şekilde perdelendiği,
Mertliğin kaybolmaya yüz tuttuğu,
İtimadın sarsıldığı,
Muhabbetin sadece menfaate dönüşme istidadı gösterdiği,
Adaletin çizgisinden çıkıp tarafgirliğe girdiği,
Bir dehşetli ve vahşetli “Toplum Hayatının” içinde ve ortasındayız.
“Enfüsî daire” ile “âfâkî daire”yi birbirinden pek ayırt edemeden bir rüzgârda savruluyoruz.
Sıkıntılarımız var. Açmazlarımız var. Problemlerle başımız oldukça dertte.
Bu müthiş yıkıcı illetlere karşı Müslümanlar ne gibi çareler üretmesi lâzım?

Batı medeniyeti ve materyalizmin çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleri buna kesinlikle bir çare olamadı. Orada akıl almaz bir çöküş ve kötüye gidiş var.

Acil çözüm bekliyor ve arıyoruz. Bazen çaresiz, bazen şaşkın, bazen ümitsiz…

Bunlar acı gerçekler ve tesbitler…
Pekiyi ya çözüm ve çare var mıdır? Nedir? Elbette var. Hem de çok kuvvetli, çok ucuz, çok geçerli ve tutarlı.

Kur’ân yolu, İslâm ahkâmı ve ahlâkı.
Meselenin özü ve çözümü; Hz. Bediüzzaman’ın “Muhakemat” adlı eserinin başında izah ettiği gibi: İslâm’ın özünden, onun vadisinden uzaklaşmamız. Onu tam olarak yaşayamamamız ve onu küstürmemiz. Çünkü mü’minler olarak, “Kur’ân”; hayatımıza hayat değil. İslâm yaşantımıza dahil değil. O mukaddes değer ve hükümleri tatbikattan çıkarma gayreti içerisinde olanların değirmenine bilmeden su taşıyoruz.

Cehaletimizle, inadımızla, hevesimizle, şeytanımızla, nefs-i emmaremizle…
O zaman tek çare İslâm dininden özür dilememiz lâzım. İslâm’ın taptaze ve geçerli îman esaslarına sarılmamız gerekiyor.

Müslüman olanlar gaflet içinde olamazlar.
Îman kalesi küfrün çürük direkleriyle ayakta kalamaz. Bütün güç ve mesaiyi imanın kuvvetlenmesi ve tatbik edilmesi yoluna sarf etmek gerekiyor. O zaman tek çare: İman sahasındaki mesaiyi yoğunlaştırmak. Bunun için de; “Risâle-i Nur’ları çok iyi anlayıp kavramak. Buna da tam bir iştiyak ve arzuyla sarılmak. Meşrû olmayan her türlü “bahane” hastalığını ademe, yokluğa mahkûm etmek.

Klâsik ve çağ dışı, skolastik bataklığın saplantılarından kurtulup modern dünyanın anlayacağı o muhteşem delil ve ispata dayalı “dâvet, tebliğ, ikna” metoduyla hayata tutunup mânevi cihada devam etmek.

Müsbet ilimlerin, hazır fenlerin fıtrî dilini çok iyi kavrayıp yorumlayarak Kur’ân Güneşinin parlaklığında en derin meselelerin hal ve çözüm yollarının bulmak. Mantık oyunları felsefe düzenbazlıklarına tenezzül edip kulak vermeden müsbeti yakalayıp onu icra edebilmek.

Toplumun iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm edebilmek. İnançsız ve insafsız Batı felsefesinin tarz ve yolu yerine Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esası üzerine icraat yapıp İslâm cemiyetinin ana direğini muhafaza edebilmek. Onu sarsmamak, cemiyetin genleriyle oynamamak.

Bütün bunları hiç kimseye sataşmadan ama tam bir kararlılık ve medeni cesaretle yapabilmek. Ne yaptığının ve yapacağının farkında olabilmek.

İnsanlığın o müthiş yangınını, göklere yükselen alevlerini söndürmek, içinde feryat eden vatan evlâtlarını kurtarmak için bir el uzatabilmek. Bu uğurdaki kösteklemelere, engellere, tuzaklara ehemmiyet vermeden kararlılıkla doğru yolda ilerleyebilmek.

Bu müthiş yangın karşısında hâdiseyi küçük görmeden, dar düşünce ve görüş kalıplarına girmeden çözümler üretebilmek!..

Belki, en önemlisi nefsimizi kurtarmayı değil, toplumun îmânını kurtarmak yolunda gerekirse bu dünyayla ilgili birçok maddî değerlerden vazgeçebilmek. Nice cefâ, ezâ, zorluğa, hakaretlere tahammül edebilmek.

Zalimlerin zulüm ve hunharlıklarına karşı hakkı söyleyip istikameti muhafaza edebilmek.
Bütün zahmet, meşakkat, felâket, musîbete karşı; cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsi, dünyayı unutup; helâlleşmeyi ön plâna çıkararak, bedduâdan da kaçıp, duâya sığınarak çözüme yönelebilmek.

Risâle-i Nurlarda mevcut olan bu tarz ve yolla ancak daha ziyâde imanların kurtarılmasına vesîle olunabilir. Zahmetsiz, meşakkatsiz, tahammülsüz îmân meyveleri toplanamaz. Kur’ân’ın hükümlerinin uygulanması ve cemaatsiz kalmaması için mânevî makamlardan bile feragat edebileceğini beyan eden bir Üstadın Talebelerine yakışan bu yolu takibe devam etmek olmalıdır. Ancak böylece “gönül gülistanlarının” sırrına ulaşılabilir.

Bütün bu durum çerçevesinde dâvâ adamı olduğunu iddia eden birisinin, “bahane” üretmesi kabullenilemez. Günümüzü etkisine alan “bahaneler” dâvâ adamı için geçerli bir akçe asla olamaz.

Meşrû olsun, gayri meşru olsun her konuda “bahane” üreten örnekler bizim kabulleneceğimiz şeyler değildir. Rutin olarak günlük hayatın âdeta bir parçası haline gelmiş bu köhnemiş araç, bir mü’min için aslında çok elim ve vahim bir durumdur.

İslâm dini her konuda olduğu gibi bu konuda da meşrû zemini bulmuştur ve vaz etmiştir.
Bunun tek bir izahı var: “zarurettir.” Zaruretin meşrû dairesi de keyfî ve sonsuz değildir. Hayati derecede önemli olmasıdır.

“Bahanebank”a abone olanlar istikametli hizmet yapamazlar!
Hayatı müsbet manada doğru okuyup, meşrû dairede keyifle yaşayıp düzgün ve istikametli hizmet edebilmek için;
Anlayış, ama hiç esirgemeden.

Dostluk, ama en güzeli.
Düşünmek, ama mantıklıca.
Hissetmek, ama tâ içimizde.
Teyakkuz halinde olmak, ama kızmadan, keyifle.
Paylaşmak, ama büyük haz duyarak.
Geriye dönüp bakmak, ama tahdis-i nimetle.
Şakalaşmak, ama kırmadan.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*