Hakikatin keşfine mani unsurlar

Hakikati keşfedemememizin, açığa çıkaramamamızın; gerçekleri inkâr ve kabul etmememizin veya sırtımızı dönmemizin birçok pskiolojik sebebi var.

Bediüzzaman, en önemlilerini Muhakemat isimli eserinde şu veciz cümlelere tesbit eder:

“Hakikatin keşfine mani olan arzu-yu hilâf ve iltizam-ı muhalif ve taraftar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ etmekle kendini mâzur göstermek; ve müşterinin nazarı gibi yalnız meâyibi görmek; ve çocuk tabiatı gibi bahaneyle mahane tutmaktır… Zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharrî etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.”1
Önce hakikatin lügat tanımına bakalım: Hakikat, gerçek, hayali olmayan, görülen. Mevcut olan. Bir şeyin aslı, esası. Söylenen ile söylenilen şeyin uygun olması hali, doğru, sahih. Ayrıca, kadirbilirlik, sadakat gibi daha başka manaları da var.
Mesela, iman esasları, İslam şartları gerçektir. Ateşin yakması, burûdetin (şiddetli soğun) dondurması gerçektir. Varlık gerçektir. Gece sabit olan karaltının kurt, çakal, ayı; sarkan ipin yılan olmadığı gerçektir ve asılsız vehimden ibarettir. İlaahir…

Şimdi hakikatin keşfi, açığa çıkması ve anlaşılmasına mani olan unsurlara geçebiliriz:

1-Arzu-yu hilâf: Hakikate muhalefeti arzu ile gerçek olmadığını peşinen istemektir.

2-İltizam-ı muhalif: Hakikata muhalif olan görüşe taraf olmak, onu esas almak. Mesela, ferdî, bireysel takılan, topluluğun gücüne inanmayan “Zaman cemaat zamanıdır” görüşüne karşıdır. Halbuki, bu bir hakikattir: Şirketleşme, holdingleşme, buluşların ilmi ekipler tarafından yapılması, hatta kollektif spor, “Zaman cemaat zamanıdır” hakikatini ispat etti.

3-Taraftar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ etmekle kendini mâzur göstermek: Gerçeğe değil, nefse taraftar olmak insanın fıtratında vardır. Hakperest değilse ve nefis müdahale ederse, asılsız olan vehmini hakikat imiş gibi kabul edip, kendini mazur gösterir.

Mesela, çağdaş tefsir olan Risale-i Nur’u okuyarak, İslamın bütün meseleleri hakkında bilgi, feraset ve ölçü sahibi olmak bir hakikattir. Tahkiki imanı kazanmak bir hakikattir. Ancak, okumak ve onun tespitlerini yerine getirmek nefse ağır geldiğinden, “İnsan hata yapar, Bediüzzaman da bir insandır. Öyle ise, Risale-i Nur’da hata olabilir!” diyerek vehmi bir muğalata ile hakikati gizler.

Oysa, “hata yapması muhtemel ve mümkündür!” başka bir şey, “Hata yaptı!” başka bir şeydir. Mesela, bu çarpık mantığı yürüten adam, “Cinayet işlemesi, kumar oynaması, zina yapması…” mümkündür. Ama, işlememiş, oynamamış, yapmamış! Bediüzzaman da, hata yapması mümkün. Ancak, İslamiyeti bize anlatmada, Kur’an hakikatlerini ispatta hata yapmamıştır.

4- Müşterinin nazarı gibi yalnız meâyibi görmek: Bir mağazaya veya pazara çıkan bir müşteri, devamlı satın alacağı şeylerin ayıplarını, kusurlarını, eksiklerini araştırır. Defolu olduğuna bakarak o malı almaz. Bir mesele de, eksik, yanlış, kusurlu anlatılabilir, aktarılabilir. Dolayısıyla onlara bakıp hakikate karşı çıkmak insafsızlıktır. Hakikatin aslına bakmak lâzım, defolu aktarımına değil.

5- Çocuk tabiatı gibi bahane tutmak: Çocuk, duygusallığından dolayı ağlamak ister. Ancak, pat diye de ağlayamaz, bir bahane arar. Biri ona dokunsa, “Acıttın, ağrıdı!” diye ağlamaya başlar. Başka bir şey de olsaydı, çocuk yine ağlayacaktı.
Aslında hakikati kabul etmek istemeyen de, her şeyi ona bahane gösterir. Gerçeği kabul etmek istemeyen, başkalarının kabahat ve kusurlarını senet tutup bahane eden, hakikati kabul etmek istemez. Oysa, İslâm hakikatlerinin kusursuz bir şekilde anlatıldığı, yorumlandığı, ispat ve izah edildiği eserler vardır.

6- “Zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharrî etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.”

İnsanın zihni cüz’i, basit olduğundan bir meseleyi veya sözü kuşatamıyor, geçmişi ile geleceğininin irtibatını kuramıyor. Yani, işin gerçeğini anlamıyor. Bundan dolayı ona karşı gelir, itiraz eder.

Karşı gelmek, muhalefet etmek, anlayamamak, kavrayamamak, idrak edememekten kaynaklanır. Elbette bu itiraz ve muhalefet akıl, mantık ile bağdaşmaz. Meselâ her şeyin hayal, gerçekte bizim ve kâinatın vehimden ibaret olduğunu söyleyen Sofistlerle, “Allah’tan başka hiçbir varlık yok!” diyerek ileri giden bazı Vahdetü’l-Vücud’çular gibi. Oysa, varlık hakikattir. Allah’ın Halık, Hakim, Rezzak vesâir Esması burada tecelli ediyor.

Meselâ, Mutezileler, “şerri, kötülüğü yaratma ile onu kazanmanın” ayrı ayrı şeyler olduğunu zihinlerine sığıştıramadıklarından, “Kul, fiillerinin yaratıcısıdır!” dediler. Halbuki, kul ister, Allah yaratır. Kul, sorumlu olduğu işlerde ne isterse, Allah onu yaratır.

Sair iman şartları, İslâm esaslarının anlaşılması meselesi de böyledir. Bazı insanların, bir takım vehim, şüphe ve vesveselere kapılmaları, bunların hakikat olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, vehim olduğu anlamına gelir. Vehim ve vesveseler zamanla ilerleme kaydeder, psiko-somatik veya nevrotik hastalıklara inkılap edebilir. İnsanlar, dostlar arasındaki diğer normal münasebetler, verilen sözler, bazı davranışlar ve değerlendirmeler de böyledir. Asılsız vehimlere, değerlendirmelere gidilebilir. Bunları engellemek için vehimlere değil, delillere bakmak gerekir.

Dipnot:

1.Muhakemat, s. 163.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*