Halep orada, ama arşın nerede?

Bir iddiayı veya sözü abartılı bularak ispatını isterken, “Halep orada ise arşın burada” denilir.

Evet, menfaat ve şer odaklarının, Halep’te iç savaşı kızıştırmasına ve fotoşoplarla şehri terk edilmiş bir virane gibi dünyaya lanse etmesine rağmen Halep hâlâ orada ve hep orada olacaktır. Rabb-ül Âlemin’den niyaz ediyoruz ki, küçükken Busra’ya ayak basan Habibullah hürmetine, Nebiler hürmetine Halep’i korusun; insanlık dünyamızı, ahiretimizi, imanımızı ve aklımızı korusun!..

Evet, Halep hâlâ orada ama, arşın da burada mı acaba?

Arşın ki, Osmanlı dönemine ait bir ölçü birimiydi. İmparatorlukla beraber tarihe karıştı. Ama dert değildi, zira madde planında daha bir yığın ölçülerimiz, ölçü birimlerimiz zuhur etti. Ama bizim kastımız o değil ki..

“Ben Halep’teyken 70 arşın uzağa atladım” diyen kişinin abartılı iddiasına karşı ceddimiz, “Halep oradaysa, arşın burada; haydi gel burada göster kendini” demekle, ispata ve delile önem vermiş. O gün bugündür, inandırıcı olmayan iddiaların ispatı, bu veciz ifadeyle istenmiş. Herkes dürüstlüğe ve ölçüye dâvet edilmiş.

İşte yakın tarihimizden lâtif bir misal olarak kısa bir parantez açalım:

Bediüzzaman Hazretleri, “Meşhur Molla Said” ünvanıyla Van’da ikamet ederken, bir gün sohbet esnasında Van Valisi Tahir Paşa’ya, “Ağustos ayında bile Başit başında kar ve buz vardır” demiş. Tahir Paşa bunu -hâşa- abartılı bulup inanmak istemeyince, elverişsiz şartlara rağmen Başit Dağı başına çıkan Üstâd, bir şahitle Valiye mektup göndermiş ve şöyle yazmış: “Paşa paşa! Başit başı buz tuttu. Her şey senin malûmatına münhasır değildir.”
«««
Bugün siyasette, sosyal alanda ve mevzuattaki ölçülerimiz, arşınlarımız allak bullak. Şimdi, “Halep orada, ama arşın nerede?” şeklinde sormaktan kendimizi alamıyoruz. Zira arşın’ın artık burada olmadığı, elimizde olmadığı kesin! Yani genel anlamda ve bilhassa siyaset sahasında “arşın”sız ve ölçüsüz olduğumuzu, gelişen hâdiseler ayan beyan gösteriyor. Ama çok şükür ki bugün, Kur’ân’dan sunduğu ölçülerle âleme ve gidişata yön veren bir Bediüzzaman’ımız vardır. “Mekke’de dünyaya gelseydim, yine buraya gelmem gerekirdi” diyen bir Bediüzzaman. Ona ah bir kulak verebilsek, ah bir onu anlayabilsek!..

Bir zamanlar ki, Halep de bizimdi, arşın da bizimdi. Hak namına, adalet namına dünyayı arşınlıyor; ülkelerin, devletlerin boyunu ölçüyor, boylarından büyük işlere burunlarını sokmalarına engel oluyorduk. Bir Yavuz’umuz vardı ki, “dünya bir padişaha fazla, iki padişaha az gelir” diyordu. Halep’ler ve Şam’lar, Mekke’ye ve Medine’ye uzanan yolumuzun üstünde İmparatorluğun emrine amadeydi. Zira imparatorluk da Hakk’ın emrine amadeydi. Mercidabık (24 Ağustos 1516) zaferinden dört gün sonra Halep’te Nebi Zekeriya Camiinde Sultan Yavuz adına hutbe okunurken, kendisi “Hâkim-ül Haremeyn” olarak takdim edilince, Yavuz Sultan Selim ayağa kalkar ve o ifadeyi “Hadim-ül Haremeyn” olarak düzeltir. Bu tarihten sonra da, Harem-i Şerif’in hizmetkârı sıfatıyla Peygamber Efendimizin (asm) 73. halifesi olur.
«««

Sonra olanlar olur. Arşınlar yer değiştirir. İpin ucu bilmem kimlerin eline geçer!..

Dünyaya nizamat verme iddiasında olanların ölçüleri tamamen sahte, tamamen tutarsız. Onlar “yapım” adına “yıkım”, tamir adına tahribat, adalet adına zulüm işlemeye devam ediyorlar. Barış ve demokrasi adına girdikleri yerlere savaş ve nifak tohumları ekiyorlar. Onlar ki, menfaatları ve çıkarları uğruna her felâketi göze alan, gözü dönmüşlerdir. Onlarla aynı masaya oturanlar da, “körle yatan şaşı kalkar” misali hallere düçar oluyorlar. Kendileriyle ve kimlikleriyle çelişen tutum ve beyanlarda bulunabiliyorlar.

Ölçüsüzlük, densizlik ve “nedensizlik” aldı başını gidiyor. Var olan ölçüler de alabildiğine “sübjektif”,  alabildiğine “menfaat odaklı”!.

Aynı menfaat girdabına biz de düştük, düşürüldük. Daha 1990’lardaki Körfez Savaşında, Türkiye’yi Amerikan politikalarının yandaşı ve hamisi yapanlar, halkımıza dönüp, “merak etmeyin, biz bu politikamızla bir koyup üç alacağız” demediler mi? Bu iddianın ne kadar asılsız olduğunu geçen zaman göstermedi mi? İşte Körfez orada, Halep de orada ve biz buradayız. Ama arşınımız nerede?

Eğer bir arşınımız olsaydı, Körfez’deki iddianın doğruluğunu veya yanlışlığını ispatlayabilseydik, bugünkü hallere düçar olmazdık. Komşularımızla “sıfır” sorun iddiasından “bin bir” sorun girdabına düşmez, kursağımızda kalacak bir hevesle kurtlar sofrasına balıklama atlamazdık. Barzanî’nin, Suriye’ye uzanan “Kürt Devleti” hevesine seyirci kalma noktasına gelmezdik. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” ikilemine düşmezdik.

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Mikail Bey ve Şükrü Bulut yurtdışında olmanın faydalarını görüp, Uluslararası Politikayı ve fitne ocaklarının, ifsat komitelerinin faaliyetlerini daha iyi takip ettiklerinden midir; Irak, Libya, Suriye gibi İslam Ülkelerindeki olaylara bakışları farklı olmaktadır. Endazesizlerin, arşını, Halep’i anlamaları zor, hatta iimkansız. Sonuçlar ortada; Irak gözümüzün önünde olduğu halde…Irak’a rağmen olanları, olacakları kavrayamamak, anlayamamak, idrak edememek, hala yanlış politikalardan keramet beklemek; neyin sonucu, neyin göstergesi denebilir.

  2. “Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi-muvakkat olduğu için-bizim meselemizin en küçüğüne-bekaya baktığı için-mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsi vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz? Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alakadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben, Yazık! dedim. Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Emirdağ Lahikasi s.42-43

    Mikail Yaprak meseleye Risale-i Nur zaviyesinden bakmış ve “..haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle…” K.Lahikasi s.35
    burada geçen ifadeleri teyid edecek bir üslup ve muhtevadan kaçınmış.
    Fakat malesef şükrü Bulut’un yazıları için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*